28 Ekim 2008 Salı

...

Yaşamın beni çağırdığını gördüğüm anlarda dünyanın sonunu düşleyemez oldum. Her şekle girebilen bir bileşim; kırıldığında kararan, kızıldığında köpüren, istediğimizde kare olarak tasarlayabileceğimiz bir düzen. Matematiğin sonsuz kanıtlarının yetersizliği. Hangi bilim dalı önünde eğilmez ki? İlk insan ya da en ilkel tasarım başkaldırabilmişse eğer doğaya ve doğada yasalarını yasadışı kullanmışsa; melekleri demirden, Tanrı'yı çelikten görmek ne fayda. Kör, dilsiz ve sağır taklidiyle uyum sağlayabilecekssem, uzamasın tırnaklarım ve saçlarım, uzayıp döküleceklerse eğer. Kanım dolaşmasın vücudumda, kalbimin ritmi ayak uydurmasın organlarıma. Bilim, siyaset, sanat dedikleri üçgen sınıflandırılırsa eğer görmeden, konuşmadan ve duymadan dolaşabilirim aranızda olağanca. Yaşam beni de sınıflandırıyorsa ya da sınıflandırarak çağırıyorsa inanın hiç gocunmam uyumsuzluktan, uyumsuzluğumla uyum sağlayabilirim. İhtilaller ve devrimler için bir yol göstericiye ihtiyaç varsa; gözlerim kızarmadan, dilim peltekleşmeden, kulaklarım çınlamadan yapabilirim kurtarıcılığı, yüz yaşıma kadar. Başkaldırı şiiri bu! Onlarca yıl sonra dahi dünyanın sonunu düşleyebilirim ben. Saçlarım ağarsa, derim buruşuklaşsa da giderim dünyayla sona doğru. Beş duyu organım körelse, zihnim tıkanmaya başlasa dahi bi bin yıl taşımışsam dünyanın yükünü; güzelce bakarak, güzel şeyler söyleyerek ve güzel şeyler işiterek dağılabilirim aranızdan...

...

Koyu gerçeklerle örülü bir dünya düzeninin içinde, karşı konulamayacak şekilde baktığımda görmüştüm tetikteki kılıcı. Boş kafesin deliklerinden giremez, bu sivri şey. Cisim; yani biz, özümüzde iyiyiz, öyle doğmuşuzdur ama iyiliğin apoletinin doruğunda bize yer olmaması olağansa eğer, erdemiyle böbürlenen kişi, yansımasını görebilir kılıcında kuşkusuz. Susmak gerek başkaldırı altında. Doğuştansa insan yüceliği, erdem altında aramak gerek bazen gerçeği.
Şikayet edilir, dünyanın küçüldüğüne dair; ama görmezlikten gelinilir küçülen değil, büyümeyen. Dağınık kalsın dünya. Evlerin çatıları geçirdiğinde gün ışığını, annenin sütünün ilk kez tadını duyumsayan bebeğin görüldüğünde huzuru, hissettiğimde çıplak ayaklarımın ıslak çimlerdeki rahatını ve ben uyuduğumda ay ışığında, uyanıp çözdüğümde köpek tasmasındaki incileri; dünyanın istediği insan olacağım. Gün ışığı rengini soldurup, anne sütü ekşise dahi, çıplak ayaklarım bulansa çamura, ay ışığı gözlerimi kırptırtmasa ve inciler sıksa köpeğin boğazını sanabiliyor musunuz dünyanın düzelebileceğini. Hangi cellad kurbanını son anda öldürmekten vazgeçmiş ki? Ya da hangi kuş sabahları hesapsızca ötmekten vazgeçebilir ki? Sorular döngüsünde gelmeyince şiirin sonu, kalem karalamaktan bıkmaz elbet. Kalem kılıç kesilir def edemediğinde gerçeği...

30 Eylül 2008 Salı

...


Yağmuru alacağımı düşünüyorum sizden; dudaklarımdaki arı sızıntının suyla karıştığı anı gördüğümde şahit olabileceğim "hayat işte" kabullenmelerine. İç çektiğimde gökyüzüne; insanoğlunun kabullenmeler karşısındaki o zor dayanışı, itiraz ve itiraflarına rağmen haykıracağım kimliğimi; "ben böyleyim" diye her nefesimde. Oysa her soluğumda hareket ettirmek isterdim bulutları ama bu imkansız! Çağın insanı hurafelere inanmayıp dünyanın belli bir yörüngede milyarlarca yıldır döndüğünü öğrenmekten ziyade bunu anladığından beri; imkansızın olmadığını böbürlene böbürlene anlattığında; ben şimdi söyleyebilirim imkansızı; dost vardır aslında, imkansız değildir dostluk. Hayvanların içgüdülerinin varlığına inanırlar, oysa kabullenir hayvanların konuşmasının imkansızlığını. Sözüm ona ey zavallı ben becerebiliyorum bu güç olmayan şeyi. Elime geçirdiğim kağıt ve kalemle çiziyorum bir karınca; kırmızı, yeşil, mavi ne fark eder, karınca yine karıncadır ve konuşmaya başlıyorum onunla ama önce dost olmaya. Yuvası toprağın altında olduğundan uzak düşüyoruz dostumla birbirimize. Hayır acı verici olan bu değil, olmaması gerek. Toprak altında yaşıyan bir karınca ile, ellerimle çizip dost olduğum karıncanın hiç bir farkı yok. Canım sıkıldığında (bir dostla canın sıkıldığında konuşmak iyi bir şey olmasa da) karşıma alıyorum dostumu. Evet; hayvanlar konuşur, resimler susmaz! Zavallı olan benim ki ağzını çizmeyi unutmuşum. Ağırlığının onlarca katını yük etmiş dostumun susmasını istemem şimdilik, hayat kaslarını gevşetmiş olan bana karşın. Kim bilir, yazının başında da dediğim gibi dudağımdaki sızıntıyı ona bulaştırmak istememişimdir. Ama bu dakikadan itibaren dostumla bir anlaşma yapacağım ve ona bir ağız çizmeyeceğim; sus dostum, dön yuvana ve çıkma oradan, güvenilir yer orası. İmkansız vardır ve yağmuru alamazsam ben korkarım yağmurun dokunaklı mırıltısı beni sararken seni korkutmasından...

24 Ağustos 2008 Pazar

...


Hoşgeldin dünyama diri fırtına;
Çırılçıplak ruhum; bedenimden uzaklara, çok uzaklara erişebilmeye yeltenirken; dağları, yolları tüm ücralığıyla geçip ve gelip yanına uyumak isterken yanı başımda, senin yetkin ve esrarlı ruhunu enseme alıyorum ve acıya duyarlı ama en hassas bölgenle birlikte topuklarımdan bırakırken ışığı; Tanrı'nın olduğu kata çıkarken her merdivende bırakıyorum ruhumu; zedelenmeye hazır tüm tinselliğin; gece gibi sıcacık ve ham. Gökyüzü tanrısı Zeus'un homurtularını sunarken ki alkış çınlamalarım yarışırken çiğniyorum seni tek hamlede ve yayıyorsun damarlarıma zehirli sarmaşıklarını. Ağaç sansarı kesilen gövdem. Bir şölenmişçesine mutlu böylelikle. Sanma ki sana yenileceğim; bir kerkenezmişçesine yalpalasada rüzgar sinsice gövdemi; ben hep aynı doğrultuda bırakacağım kendimi gökyüzüne. Hiçbir ekoton sınırlandıramayacak beni. Müzmin bir acıyı yaratan hangi ırk, hangi kavim, hangi milletse; bir sürü şeklindeki ayak izlerini tüm göçebeliğiyle bana bulaştırırken; katı bir sevincin verdiği yumuşaklıkla, yeryüzünün çevresinde bıraktıkları ucubeliklerle yok oluyorlar yeryüzünden; konuşlanan şeyse izleri yalnızca. Gözden kaybolurken baş döndüren, ıraklaştıkça hazmedilmeyen ve mıknatısmışçasına çeken bir iz; hızla uzayan bambu kamışı gibi...
Söyle bana fırtına;Senin tüm endamına karşılık, en yüksek inşalı şatonun yeniyetme prensinin tahta çıkışını kutlarken, elindeki kadehi gökyüzüne kaldırırken seninle arandaki mesafeyi? Toprak altına gömülen devekuşlarını bilemeyeceğin gibi, bunu da bilemezsin; ama görür devekuşları senin doymak bilmeyen şiddetini. Senin için mühim olan; ölen kanatlı hayvanların havada kalması. Yarasanın gece görüşüdür seni ilgilendiren. Taş tutan timsahın hazmedilmez ağırlığını, bir kirpinin durmadan atan kalbini bana ver ve göz akını farkedemeyen bukalemunlar gibi gelmiş olduğun yasak gezegenin kum esintilerini ve tüm trajedilerini ağaç üzerinde yağlı boya izlenimiyle oluşan devasa görüntüyü bırakırken derine, her gece derini değiştirme gücünü bulabiliyor musun? Yoksa sen de kan yutup, kızılcık şerbeti içtiğini sanan insanoğlu gibi, tüm ömrün aktifliğini, bir günün yorgunluğuyla her gece itinayla yeni bir yaratılış miti mi yaratıyorsun? Kasırgalaşan ve yerle bir eden sen; söyle hadi bana, hemen şimdi. İstersen hiç başlama ve sadece uzat dudaklarını, gem vuramadığım ordaki sıcak kanı içmek için can atıyorum, hem de şu an...
Tatlı uykumdan uyandıran fırtına;Soğuk mermer üzerinden akan pınarlardan, kayaçları hareket ettirebilecek okyanus dalgaları yaratmayı düşlerken, tüm kibirliliğinle karşımda olduğun müddetçe yüzünün kırışıklıklarını görmeye devam edeceğim, parlak bir metalin eriyiğinin matı gibi. Kutsal yeminli, vaatkarca savaşa sürülen bir şövalyeye benzetiyorum seni. Tüm endamın şapkandaki tüye hapsolmuş, onu da korkutuyor ihtişamının büyüklüğü. Bir kentin yağmalayıcısına direnen savaşta insan öldüğünü umursamadan; ganimetlerince böbürlenen bir kafatasına, bencillik genine, sığ beyine sahip değilsin sen kahramanlık sınavı verirken. Bununla birlikte önünde saygıyla eğiliyorum. Ama eğer benim öyle bir gücüm olsaydı; insanlara, doğuştan gelen cesur savaşçı özelliği ya da kut inancı yerine; daha doğdukları anda genlerini değiştirme yetisi verirdim, kendime de. İlham denen şey bu, bu çağda dehalara nüfus etmedi. Doğanın ritmine ayak uydurmak yerine, doğanın güç göstergesi olarak sinirini gökyüzünden çıkaran; sığmak bilmeyen rüzgar... Bunu isterdim işte ben, uykumun en tatlı halinde dahi...
Olduğu yerde ürküten fırtına;Bir resme saatlerce bakmam bu yüzdendir. Topuğun altındaki rahimde, toprak anadan peydahlanan çocuk çatal ayaklı, yılan kuyruklu. Öylece karşımda ve ben dalmışım. Karşılaştırmam gerekirse bunu ki sen göğe şahlanansın; güçlü ve adalelisin. Kas hacmin geniş; etlerin esnek, acıya dayanıklı. Avurtlarına kadar hissetmemişsin acıyı, kof. Çünkü sen bir bebeğin hayata adım attığı andaki ağıdını, ağlayışını duymamışsın. Senin umrunda değildir insanoğlu, edan sadece boşluğa, kendi halindesin. Bulutlar yükü boşaltır, sular kabarır ama dalgalar o bebeğin gözlerinde birikir, senin bataklığında değil! Engerek gibi bencilsin, onlar gövdelerinin üst kısmında geometrik bir melankoli saklar. İşte ben de bununla uyumluyum. Sen sessizlikte saklarken geceleri kendi halimde gel-git etkisi yaratıyorum. Ve sen buhranlaştığında o bebek kırlangıç balığı gibi sudan çıktığında bağırıyor, bazı bazı ağlıyor. Hayır, ben sana kin beslemiyorum. İyiliğin özdeksel görünüşüne mezar kazıyorum. Bana ilham veren de bu. Huş ormanlarında üreyen dağ ispinozu gibi yüksekte duran o böceği yiyerek, büyüyor o çocuk. O çocuk benim! Ve her kazdığım mezarın içine girip senin gölgenin altına sığınıyorum, diğer görüşmeye kadar ruhumu yeniliyorum...
Gökyüzünün hakimi fırtına;Olabildiğince çekici, alabildiğince iticisin; ama seni böyle seviyorum; kendiliğince. Ne bir eksik, ne bir fazla. Tüm teslimiyetinle kanımda senin için yeteri kadar oksijen barındırıyorum. Sönmüş volkanik dağlara inat, ejderlerin ağzından püskürttüğü düşsel alevleri sana yönlendirirken alazlıyorum; canlı bilimini. Bir semender gibi. Geçmişsin karşıma yoruyorsun beni oysa. Yanan bir ormandaki yaşlı ağacın ölü tohumunu savururken keskin bir nöbettesin göklerde, benden uzakta. Piramitlerin gölgesinin en tepesinde, senin kuşbakışı izlenimin altında destansal hikayeler yazıyorum sana. Milyonlarca yıl öncesinde nesli tükenen hayvanlar gibi seninde iniltilerini kesmeye çalışan ve şekillendirip, arı kovanındaki yedigen ağ gibi, sekizinci köşegeni aramaya iten ve o güçle pazarlığa sokan ki tüm yoksunluğuyla karşında belirginleşen tüm sessizliği lanetlercesine yanıbaşımda bağırarak şiirler oku tüm akıbetinle. Tüm lirikliğinle süslerken, mizaçgirliğinle ölümü kafiyelendirerek sesini yükselt. Mutsuz şiirlere daha az ömür biçilecekse, sesinin derecelerinin en övülgen olanıyla çölde bir mabet yap. Manastıra kapanan prensese sone ve balatlar hazırlarken ritmik bir tını duyuralım ona. Suskunluğu; hatırlamanın manasına götüren araç gibi kullanmayı bırakalım. Ama şimdi bir anlaşma yapalım, şimdi susalım alçakgönüllülükle. Ne dersin, beraber yapalım bunu...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

...


Hiçbir şey yapmıyor olmama şaşırmayın sakın, insan olabilme yükünü bıraktım, nefes alıp vermenin dahi güç olduğu bir dönemde ayakta kalmayı göze alabiliyorsam; daha ne isteyebilirim ki? Gülmenin acı, görmenin zor, nefeslerin zahmetli olduğu ortada. Yalnız kaldığımda ki bu tüm zamanım (kesirle ifade edilemez asla) insansız bir şehir hayal ediyorum; hayallerim adına elimden gelen tek şey bu. Şehir; savaşlardan, yıkıntılardan, hastalıklardan ve tekdüze hareketten kurtulmuşçasına özgür benim ütopyalarımda. Kargaşanın olmadığı bir yerde beni sürüklediğini sandığım gölgeler, ışığın doğrusallığını köreltmem için, iyi bir neden olsa gerek. Işığını yutan bir aynada bir maymun olarak gördüm kendimi; yansıma gücü insansı bir maymun yapmıştı. Elleriyle ağacı kavrayan bir maymun gibi, aynayı kavrayıp kendimle köprü kuruyordum. Kanca tırnaklarım, karşımdaki camı parçalamak için canla başla çalışsaydı, meraklı bir maymunun amacına ulaşmadan kaçışına sahne olabilirdi. Kendi kalp atışını dinleyememek gibi bir şey bu. Öyleyse konuşmuyorum. El hareketlerimden, mimiklerimden, ne olursa olsun bir yere varmayı amaçlayan anlatma çabalarımdan anlayabilirseniz beni, ne mutlu bana! Susmanın daha önemli olduğu bir cennetin ilkel primatıysam, ama kendi zekamın evrimini bugünlerde bertaraf ediyorsam, ellerimdeki can kırıkları yetmeyip ayaklarımın altına da geçiriyorsam (avuçlarımdaki çizgiler, ayak tabanımdaki çiziklerle kardeş böylelikle), çığlıklarımı duymamak inanın huzur verir bana.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

...


Öç almak için aylak bir balık dikilmiş karşıma. Günlerce ona yaptığım işkencenin hesabını soruyor; önce onu bir fanusa hapsedip, daha sonra öldüğünde günlerce bedeninin suda sırtüstü uzanışını bitmek bilmeyen bir sabrın iştahıyla geçip karşısına izlediğim için. Düşmanının yutmasını engellemek için karnını suyla doldurup şişiren kirpi balığının karnındaki suyla vaftiz ettim bu masum balığı. Aynaya her baktığımda, arkamda görünen bu balığın fanustan atlayarak intihar edişine şahit oluyorum; özgür doğup, tutsak edilen bu zavallının tanrısıyım bir süreliğine. Ammonit fosilinin sert kabuğu milyonlarca yıl iz bırakır ya kayada; işte bu zavallı, birkaç hafta kokularıyla iz bırakmıştı odamda. Aslına sadık bırakmadığım için utanıyor sahibinden. Zehir oku fırlatan kurbağanın en küçük zerresiyle dahi intikam almak istiyor gözleriyle. İçerlemeseydi zavallı nasıl da kusardı bana öfkesini. İçten içe sessizlik içinde bir öç ondaki. Azad etmemenin verdiği ayrıcalık tatmin ediyorsa tanrısını; ahdım olsun ki, senin bana iğretiliğinin yüzlerce katını besleyeceğim kendime.

...


İster istemez sormak geliyor içimden; etkisini zamanla yitirmediğine inandığımız dudaklarımızdaki ince sızı, gitgide azaba dönüştüğünde ne yapmalı? Duyularımıza olduğu gibi görünmeyen bu tuhaf gezegenin asık suratlı insanları; nihai bir azabın iflah olmayanına yeni bir başlangıç! Deniz salyangozu ağır ağır hareket aderken, iyice yaklaştığında avına, zehrini püskürtür düşmanına. Dudaklarımla alırım bu zehri, tırnak uçlarıma kadar yayarım gövdemde; işe yaramaz, pis, zehirli gövdem, kasvetli ve aykırı düşüncelerimle biriktiriyorum kinimi keyifsiz akşamlarda. Kuklalarıma rol verirken tırnak uçlarımda makul bir sebep arıyorum zehrimi paylaşan kuklalara can vermek için. Neler vermezlerdi ki bastırmak için parmak uçlarını avuçlarıma. Korunmaya ihtiyaç duyan insan gibi. Kendine aitlik doyumsuzluğu açığa çıkardığında seçimler huzursuzlaşır. Hoşnut değilim kararsızlığımdan, öyle ya da böyle huzur bulunulmayacak.

5 Ağustos 2008 Salı

...


Büyürler, hiç durmadan uzayıp gider evlerin, binaların katları, inşa edilince duvarlar üstüste, gönlü de bir kalenin duvarlarından daralıp, yıkıntıya uğrar insanın. Güneşe yaklaşmaktır onun amacı; oysa bilir ki öldüğünde yerin altında daha da alçalacağını. Yıldızlara asılı cesetler, güneşin eritemediği lahitte ödüllendirilmişçesine aklı bir karış havadadır. Yüzlerinden okunur hırsı, yükselme arzusu. Düşünce ekmektense, mallarını büyültme amacı güder zamanın insanı. Ölümsüzlüğü arar, mamut ve matadonlar hala tükenmemiş olsaydı ne yazardı ki yaşamın ölçütü; onlar dahi bilmemiştir zamanın hızını. Ne var ki korkuyorum ben; ölümden sonra yaşam ve buna ilave olarak da yarış varsa; tiksinti duyarım o zaman doğumlardan. Ölüler belki başka şekilde ölüyorlarsa tekrardan korkarım her yeni doğuştan. Korkuyorum işte ben; cesareti filler yüzyıllar öncesinden ayakları altında ezdi, hortumlarıyla içine çekti gücümü. Üstümü örtün, başımı okşayın, masallar anlatın yanıbaşımda, daha güzel kandırın beni. Bulutlarda bırakırsanız beni, size yükseklerden bakma adına deviriveririm alçakgönüllü hücrelerimi.

29 Temmuz 2008 Salı

...


Rüyalarımda gördüğüm bu doğaüstü yaratık; onun yansıması olabilirdi; bedenini şarapla yıkayıp, ruhunu ay tanrıçasıyla arındıran. Zor bulunan! Ahlak ve erdem gibi... Dürüstlük bazında ele almasamda bu olguyu diyebileceğim tek şey ve anlatmak istediğimce söylediğim erdem ve dürüstlüğün uç noktalarda olması. Ay tanrıçası lanetle bezenmeyeceğine göre; ruhu hiç olmadığı kadar saf olabilirdi. O olağanüstü yaratık dünyaya gözlerini açtığında, nerden bilebilirdi ki kirli düşünceyi. Zamana gömülüp; erdemi unutmasaydı eğer, kendine karşı ne kadar dürüst olursa olsun, tadamayacaktı doğruyu. Bunu hep söyledim, kulak zarını delme heveslilerine. Erdem; kişinin kendine olan dürüstlüğü! Erdemle bezeli; benzine kadar sararamaz yaptıklarından. Kanunlar gelip geçer, yaşam koşulları değişir; ama insanın o saf doğasındaki masumiyet de ayak uydurur bu çarka; hamlaştığında bu koca ağızlı, kibirden yana olan kaslarını genişletmişse; nerden bilinebilirdi ki, hayata ve insanlığa karşı zırh giyip, adaletle savaştığını. Doğduğunda ya da yeryüzüne indiğinde onun bu katil tavrı alnında yazmıyorsa, suçu ne bilmeyenlerin? Var ile yok arasında gidip gelen, ama varlığında aldığı güçle korku salan Kadiri Mutlak en büyük kararsızlık içinde dahi; doğadan elini ayağını çektiğinde; işte o zaman bu yaratık inecek yeraltına.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

...


Sustuğunuzda konuşma zamanının bana geldiğini düşünüyorum. Belki ufak bi serzenişimin mozaik bir mezar taşının gururluca yerinden sökülmesine kanı kaynamayacak, ama her an yenilerinin eklenmesine göz göre göre tanık olacaktı. Renkleri ve suları tek tek kirleten hastalıklı utançlara hesap sorulmadan yağan yağmur, öfkemin dinmesini hiçe saymakla birlikte, yağmur suları dahi arınmamış, baştan çıkarıyor saklı gölgeleri ve daha nice nesillerin vahşetine izin veriyor. Mecburi bir kifayetsizlikle başlıyorum sözlerime. Şansına doğmuş kızıl geyik yavrusu; göldeki son suyunu içtiğinde, iki elin kafatasını yağmalayarak, tüm usunu elinden alıp; refleksiz ve akıldışı bulgularla tüm bedenini darmadağın eden cani süzülüyor suyu ısıtan güneş ışığında. Derinin dışına çıkmış boynuz dengeyi kurmada işe yaramıyorsa, ne kadar mutlandırabilir ki geyiğin derisinin değeri? Hangi ödül ölçütü değerli kılabilir ki bu acımasız vahşet çağrısını?
Hatırlamıyorum bir annenin bebeğini savaşa sürme amaçlı yetiştirdiğini. Daha küçükken eline tıkıştırılan oyuncak silahların hafızası olsaydı eğer; cam parçaları ve delinmiş duvarlar, hırsın ve intikamın, tedbirsiz propagandaların hiç hesaba katılmayan yüzü olurdu. Okul çağındaki çocuğun marşlarla titrettiği camların, gevşettiği duvarların köreltisinin dış ve düş gücüyle irade tarifi yapmasına fırsat verebilir mi? El, kol ve gövdeyle uyum yapan baş her bir yana savrulurken kuruyan dudaklarımı sokaklardaki kan gölü doyurabilir mi? Obeliskleri şenlendirme adına sarsılmaz kayalar haberdar edilmemiştir, şehrin surları deliksiz uykusundan uyanmamıştır. Barut fitille ateşlenmek için haber aldığında, hangi hedef kendi kendine donarak sağır edebilirdi ki kulakları. Yanıcı maddelerin ortaya çıkardığı ısının alçaklığı yarışabilir miydi güneşin iç katmanının yanıltıcı parlaklığıyla? Kim buna ayrıcalık verebilirdi ki? Bu saniyeden sonra insin bayraklar yarıya, dalgalansın kan gölünün en aydınlık ve sıcak yerinde. Bundan sonra daha acınılasıca düşünmemize el ovuşturan birtakım zaferzedeler kutlasın acı zaferini şafağın lanetinin suskunluğunda.

17 Temmuz 2008 Perşembe

...


Günah kuyusunun kenarında oturmuş düşünüyordu, amber kokulu, menekşe gözlü kadını. Ya kuyuya teslim edecekti bedeninden önce düşüncelerini, ya da o güzel gözlü kadının yanında arınacaktı arsız günahlarından. Birden yanlış bir düşünceye kapıldığını farketti; ya düşüncesi yanlıştı, ya da yanlış anladı beynindeki düşüncelerinin fısıltısını. İnsanın kendisine kendisini anlatmak; kendi düşüncesini anlamasından daha kolay olsa gerek. Kuyunun derinliğine bakmak dahi gelmedi içinden; kendi derin düşücelerinin sarhoşluğunun yolculuğunun yanında daha kısa gelecekti bu ölçü. Kendisinin bir kurban olduğunu anlaması çok geç değildi elbet. Kuyunun derinliğine gömülmek, kurbanın canını yaksa da, kuyuyu yani cellatı pek umursattırmaz bu. Birkaç düşünce ve soru beynini perçinlerken gizli bir elin onu kuyunun pençesine ittiğini hissetti. Kalbi titremişti zavallının. Lağım sularından bataklığa sürülen bir leş olmayı dahi temenni edemeyecek bir bayıltıcı kokuyla birlikte, bilmediği bir intikam kasırgası etrafını sararken leşlerin gözlerinin içindeki perdeyi kaldırdığında gördüğü o gizli sarartıyı görmek yerine, gözlerini göz yuvalarından çıkarmak için neler vermezdi. Üst dudağının üzerindeki ter damlacıkları şaşkınlığın temsili olarak belirginleşirken, hazırlıklı değildi kendi elleriyle dahi yoğuramadığı bu beklenmezliğe. Kahkahalar kendi çırpınışlarını bastırırken, taze bir korkuyla, akıl almaz bir telaşla düşünceleri felçleşmeye yüz tutuyordu. Oysa ne kadar büyük bir boşlukta olmayı istiyordu, uzayda yer kaplamamayı, mezarının bile olmamasını. Bu dünyadan kendi elleriyle uzaklaşacaktı, kendi arzusuyla! Ne hastalıklar, ne de doğal afetler neden olacaktı günahlar içinde yüzmesine. Özgürlüğü günah kıyısının kuytularında sesinin derinliğinin yankılanması olmamalıydı. Tam tersi! Kalıplaşmış düşüncelerden sıyrılarak, haykırarak kendini tırmaladıktan sonra yaratacaktı gözlerinin, nefesinin, bedeninin, organlarının, titremekten bıkmayan kalbinin sessizliğini.
Menekşe gözlü kadının, önce ellerini, sonra gözlerini bağlayarak sahip olacaktı o varlığa. Süt dişlerinin en biçimsiz büyüklüğü meydan okuyarak tüm bedenine kanat açarken, kadının gökyüzünü sağırlaştıracak şekildeki yakarışlarını ve lanetlerini dinleyerek, bir köşeye çekilip; acının en şiirsel işlevine sunacaktı bu feryatları. Sonra onun kendi kendisini öldürüşünü seyredecekti, ilmik ilmik o güzel kokulu bedeninin yok edilişini. Kendini, kendi organlarıyla kurtarma özgürlüğüyle tatmin edecekti bir köşeye geçip izleyerek hem de. Sonra kendinin o acımasız vicdanının mağdurluğuna tutunarak el vermeyecek, o menekşe gözleri yalnız bırakmayacaktı. Bunun tersi mümkün dahi değil. Koca bir çağın yargılama yeteneği, ödüllendirecekti onları. Yazarların karakalemleri bu kutsanmış kurtuluşu yazarken, yaratıcının onlara sunduğu bu aceleci yaşamın koşulları şaha kalkacaktı hem de bu ölçüsüzlükte. Ama artık çok geç! Hayattan kaçarken tökezlemek yaralasa da insanın ruhunu, kaçınılmıyor derinden incitilmekten. Aşırı sevgi ve aşırı saygıdan ibaret, aşırı düşüncenin yükü kaldıramazdı ussal dengeyi. Metanet; içten içe serzenişi geçmemekle birlikte, kendisini koşulsuz düzeltme üzerine temellenen arzuları gömüldüğünde toprağa; işte o zaman kazanacaktı; yaralı ve tembel ruhları içine çeken ejderhavari ölüm kuyuları. İşte o zaman hakedecekti; yaratıcının doymak bilmeyen öğütlerine karşılık amber kokulu, menekşe gözlü kadının üçüncü elinin onu günah kuyusuna itmedeki arsız şevkinin günahını.

11 Temmuz 2008 Cuma

...


Etrafına bakınmakla yetinci yalnızca.
Kader denen belirsizlik, yazılmışsa eğer yazgı; cennet ve cehennemi bu dünyada tatmak hiç bu kadar zor gelmeyecekti. Küçücük beden hazırdı. Dilinin kenarları hiç bu kadar nöbete girmek için can atmıyordu. Eğer öyle olsaydı; insanlar gözyaşlarının tadını bilemez ve bu tat insan zihninde yavan bir tat olarak kalırdı. Masum bir korkusuzluğu giydi üzerine ve bıraktı kendini onlara.
"Büyüyünce doktor olacak"
"Anne; ben şövalye olmak istiyorum büyüyünce" diye geçirdi içinden; neşter bir kılıcın keskinliğini örtmeye çalışırken, eline sıkıştırılan bir oyuncak ne kadar tatmin edebilirdi ki onu? Parmağını ağzına götürmekle yetindi, parmağı ağzındayken gözyaşlarını sayıyordu çocuk aklıyla. Peki neydi çocukluk? Ağlayarak herşeye sahip olma bilinci mi? Gözyuvaları çukurlarından çıkıp; etrafı süzdükten sonra bir bakış yakalamak istedi. Zaman zaman hoyratlaştıran bu çöplüğe, belleğinin en temiz yerindeki hayal gücünün sınırsızlığını kanıtlayabilseydi eğer, durmadan masal anlatılmasını arzulayıp, bir masal kahramanı yaratmazdı gün batımlarında. Köpüklü balonlardaki karabasanlar. Ah, ne kadar eşsiz bir çekicilikte; günahlar gibi. Onlar da daha ilgi uyandırıcı değil miydi sevaplara göre.
Seçim şansı bırakmadan etrafına sorular sormaya yeltenip, düşleyen ve direnen bir çocuk. Gündelik hayatın çoğu şeyi yitirttiği bir çağda, herşeye hayret etmesiyle, kendine haksızlık etmese gerek. Öyle olsaydı eğer, daha fazla kara parçası için birbirini yiyen; acımasızca savaşa sürülen insanların toprak altında bıraktığı kokmuş bir beden olmak yerine, savaşanları izlemeyi yeğlerdi. Dizdeki yarayı deşme merakı nerden geldi sanıyorsunuz.
Asla geri gelmeyecek şeyler sunulsada; ilk ve son kez sana kollarımı uzatıyorum yeniyetme. Gözlerimizi kapatıp, birbirimize sımsıkı sarılalım sonsuza değin, seni yarıyolda bırakmayacağım, inan bana! Kader denen belirsizlik ve eğer yazılmışsa yazgı, bir daha ki cehenneme kadar, cenneti ayaklarımızın altına alma zamanı geldi; sonsuzdan geri sayarak.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

...


Metan gazı yığınından başka birşey değilsin sen!
Kendimi avutma lüksümün vermiş olduğu bu güdü öyle etkindi ki; dünya denilen bu gezegende yaşayan insan yığınlarının suçlarını üstüme alabilecek kadar cesaret veriyordu bu bana. Hayati fonksiyonlarını yitirmiş bir omurgalıdan farksız olsam da, bununla birlikte etlerim geriye çekilmiş kıvamında görünse dahi; karşımdaki insanlardan daha diri görünebilme gücünü bulabiliyordum kendimde. Kendi kendini tepetaklak bir şekilde azat etmekten başka hiç bir işe yaramayan bu duygular; aşındırıldıktan sonra ne işe yarayabilirdi ki? Hey sen, koca sırtlan; aç gözlerini ve iyi bak yemine. Benim gibi bir leşle beslenmeyi göze alabiliyorsan; yapacaksın tüm dediklerimi. Parçalayarak ele geçireceksin gövdemi; dünyada yerim kalmaması adına refüze etmeyeceğim senin isteklerini. Ağzını yeteri kadar sulandırmaktan başka birşey gelmiyor elimden ki canın şimdiden çektiyse; ne mutlu bana! İşte o zaman lanet ben; senin midende göğe yükseleceğim. Zamanı geldi ve ben inan sabırsızlanıyorum.


Hiçbir töre, gelenek-görenek, yasa ve kurallar zamana dayanamadı, zaman dayatılırken. Öylesine sahte birşey! Ölümün vücut bulmuş hali... Gagasını suya daldırarak avladığı balıklarla beslenen pelikan kandırıldığında son balık tarafından, uzaklaşıp gider kıyıdan uzaklara. Gri kanatları gözlerimi buğularken; göz kapaklarımın her hareketinde yeni bir yüzyıl başlatırım böylelikle.

Kimse benim yerimde olmamalı! Ne Yaratıcı buna izin vermeli; ne de ruhum sıkılganlıktan yer değiştirmeye kalkışabilmeli. Kim sahip olduğum tinsel değerleri cisimleştirmeye kalkarsa, düşecek peşlerine eli bıçaklı gölgem. Tek bir şartla buna izin verebilirim; çok basit! Yalnızlıktalık ve birliktelik akıp giderken, kendi kendine yabancılaşınca birey; işte o zaman refüze etmeyeceğim ruh ve bedenin sıçramasını. Ruh ve beden ayrı düşmemeli kanaatimce. Siz hiç gördünüz mü; ruhunu Baltık Denizi'ne, bedenini Kızıldeniz'e salan babayiğidi?

Şairlerin acımasız satırlarına hedef olan tarantulalar vücuduma yayılmış zehirlerini salıyor. Her bir görevdeş hücrelerim ayine başlıyor. Mücevherimsi parıltıdaki sinek kuşları acıyor halime. Bastıramadığım acıları hatırlatıyorlar bana. Ama ensemdeki acıyı dile getirebilmem mümkün değil. Bu soğukkanlı yaratıklar; kukuletalı ya da makyajı akmış bir omurgalının özgüvenini sahiplenmişçesine saldırıyorlar. Kan ter içinde uyanıyorum uykumdan, ayin bitmişti ve ellerimle vücudumu yokluyorum. Sadece kendi ellerime güveniyor olmam mutlu ediyor beni. Tıpkı bir timsahın kendi gözyaşlarına kanması gibi...
Nasıl olursa olsun beden terbiyecisi ölümsüzlük için bebekler üretseydi hiç bir şekilde sivrilen aşağılıklar, aykırı utançlar olmayacaktı. İnsan masum doğar, kötülük yaptığında dahi o gece masumca uykusuna dalar. Peki ne olmalı insanı suça sürükleyen ya da doğruluktan sapmayan, doğruyu bulan kimse yok mudur? Bir filozofun ödevi; eğriyi doğrultmak değildir hiç bir zaman.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

...


Hoşgeldin dünyama diri fırtına;
Çırılçıplak ruhum; bedenimden uzaklara, çok uzaklara erişebilmeye yeltenirken; dağları, yolları tüm ücralığıyla geçip ve gelip yanına uyumak isterken yanı başımda, senin yetkin ve esrarlı ruhunu enseme alıyorum ve acıya duyarlı ama en hassas bölgenle birlikte topuklarımdan bırakırken ışığı; Tanrı'nın olduğu kata çıkarken her merdivende bırakıyorum ruhumu; zedelenmeye hazır tüm tinselliğin; gece gibi sıcacık ve ham. Gökyüzü tanrısı Zeus'un homurtularını sunarken ki alkış çınlamalarım yarışırken çiğniyorum seni tek hamlede ve yayıyorsun damarlarıma zehirli sarmaşıklarını. Ağaç sansarı kesilen gövdem. Bir şölenmişçesine mutlu böylelikle. Sanma ki sana yenileceğim; bir kerkenezmişçesine yalpalasada rüzgar sinsice gövdemi; ben hep aynı doğrultuda bırakacağım kendimi gökyüzüne. Hiçbir ekoton sınırlandıramayacak beni. Müzmin bir acıyı yaratan hangi ırk, hangi kavim, hangi milletse; bir sürü şeklindeki ayak izlerini tüm göçebeliğiyle bana bulaştırırken; katı bir sevincin verdiği yumuşaklıkla, yeryüzünün çevresinde bıraktıkları ucubeliklerle yok oluyorlar yeryüzünden; konuşlanan şeyse izleri yalnızca. Gözden kaybolurken baş döndüren, ıraklaştıkça hazmedilmeyen ve mıknatısmışçasına çeken bir iz; hızla uzayan bambu kamışı gibi...
Söyle bana fırtına;
Senin tüm endamına karşılık, en yüksek inşalı şatonun yeniyetme prensinin tahta çıkışını kutlarken, elindeki kadehi gökyüzüne kaldırırken seninle arandaki mesafeyi? Toprak altına gömülen devekuşlarını bilemeyeceğin gibi, bunu da bilemezsin; ama görür devekuşları senin doymak bilmeyen şiddetini. Senin için mühim olan; ölen kanatlı hayvanların havada kalması. Yarasanın gece görüşüdür seni ilgilendiren. Taş tutan timsahın hazmedilmez ağırlığını, bir kirpinin durmadan atan kalbini bana ver ve göz akını farkedemeyen bukalemunlar gibi gelmiş olduğun yasak gezegenin kum esintilerini ve tüm trajedilerini ağaç üzerinde yağlı boya izlenimiyle oluşan devasa görüntüyü bırakırken derine, her gece derini değiştirme gücünü bulabiliyor musun? Yoksa sen de kan kusup, kızılcık şerbeti içtiğini sanan insanoğlu gibi, tüm ömrün aktifliğini, bir günün yorgunluğuyla her gece itinayla yeni bir yaratılış miti mi yaratıyorsun? Kasırgalaşan ve yerle bir eden sen; söyle hadi bana, hemen şimdi. İstersen hiç başlama ve sadece uzat dudaklarını, gem vuramadığım ordaki sıcak kanı içmek için can atıyorum, hem de şu an...
Tatlı uykumdan uyandıran fırtına;
Soğuk mermer üzerinden akan pınarlardan, kayaçları hareket ettirebilecek okyanus dalgaları yaratmayı düşlerken, tüm kibirliliğinle karşımda olduğun müddetçe yüzünün kırışıklıklarını görmeye devam edeceğim, parlak bir metalin eriyiğinin matı gibi. Kutsal yeminli, vaatkarca savaşa sürülen bir şövalyeye benzetiyorum seni. Tüm endamın şapkandaki tüye hapsolmuş, onu da korkutuyor ihtişamının büyüklüğü. Bir kentin yağmalayıcısına direnen savaşta insan öldüğünü umursamadan; ganimetlerince böbürlenen bir kafatasına, bencillik genine, sığ beyine sahip değilsin sen kahramanlık sınavı verirken. Bununla birlikte önünde saygıyla eğiliyorum. Ama eğer benim öyle bir gücüm olsaydı; insanlara, doğuştan gelen cesur savaşçı özelliği ya da kut inancı yerine; daha doğdukları anda genlerini değiştirme yetisi verirdim, kendime de. İlham denen şey bu, bu çağda dehalara nüfus etmedi. Doğanın ritmine ayak uydurmak yerine, doğanın güç göstergesi olarak sinirini gökyüzünden çıkaran; sığmak bilmeyen rüzgar... Bunu isterdim işte ben, uykumun en tatlı halinde dahi...
Olduğu yerde ürküten fırtına;
Bir resme saatlerce bakmam bu yüzdendir. Topuğun altındaki rahimde, toprak anadan peydahlanan çocuk çatal ayaklı, yılan kuyruklu. Öylece karşımda ve ben dalmışım. Karşılaştırmam gerekirse bunu ki sen göğe şahlanansın; güçlü ve adalelisin. Kas hacmin geniş; etlerin esnek, acıya dayanıklı. Avurtlarına kadar hissetmemişsin acıyı, kof. Çünkü sen bir bebeğin hayata adım attığı andaki ağıdını, ağlayışını duymamışsın. Senin umrunda değildir insanoğlu, edan sadece boşluğa, kendi halindedir yırtıcılığın. Bulutlar yükü boşaltır, sular kabarır ama dalgalar o bebeğin gözlerinde birikir, senin bataklığında değil! Engerek gibi bencilsin, onlar gövdelerinin üst kısmında geometrik bir melankoli saklar. İşte ben de bununla uyumluyum. Sen sessizlikte saklarken geceleri kendi halimde gel-git etkisi yaratıyorum. Ve sen buhranlaştığında o bebek kırlangıç balığı gibi sudan çıktığında bağırıyor, bazı bazı ağlıyor. Hayır, ben sana kin beslemiyorum. İyiliğin özdeksel görünüşüne mezar kazıyorum. Bana ilham veren de bu. Huş ormanlarında üreyen dağ ispinozu gibi yüksekte duran o böceği yiyerek, büyüyerek doğuyor o çocuk. O çocuk benim! Ve her kazdığım mezarın içine girip senin gölgenin altına sığınıyorum, diğer görüşmeye kadar ruhumu yeniliyorum...
Gökyüzünün hakimi fırtına;
Olabildiğince çekici, alabildiğince iticisin; ama seni böyle seviyorum; kendiliğince. Ne bir eksik, ne bir fazla. Tüm teslimiyetinle kanımda senin için yeteri kadar oksijen barındırıyorum. Sönmüş volkanik dağlara inat, ejderlerin ağzından püskürttüğü düşsel alevleri sana yönlendirirken alazlıyorum; canlı bilimini. Bir semender gibi. Geçmişsin karşıma yoruyorsun beni oysa. Yanan bir ormandaki yaşlı ağacın ölü tohumunu savururken keskin bir nöbettesin göklerde, benden uzakta. Piramitlerin gölgesinin en tepesinde, senin kuşbakışı izlenimin altında destansal hikayeler yazıyorum sana. Milyonlarca yıl öncesinde nesli tükenen hayvanlar gibi seninde iniltilerini kesmeye çalışan ve şekillendirip, arı kovanındaki yedigen ağ gibi, sekizinci köşegeni aramaya iten ve o güçle pazarlığa sokan ki tüm yoksunluğuyla karşında belirginleşen tüm sessizliği lanetlercesine yanıbaşımda bağırarak şiirler oku tüm akıbetinle. Tüm lirikliğinle süslerken, mizaçgirliğinle ölümü kafiyelendirerek sesini yükselt. Mutsuz şiirlere daha az ömür biçilecekse, sesinin derecelerinin en övülgen olanıyla çölde bir mabet yap. Manastıra kapanan prensese sone ve balatlar hazırlarken ritmik bir tını duyuralım ona. Suskunluğu; hatırlamanın manasına götüren araç gibi kullanmayı bırakalım. Ama şimdi bir anlaşma yapalım, şimdi susalım alçakgönüllülükle. Ne dersin, beraber yapalım bunu...