24 Ağustos 2008 Pazar

...


Hoşgeldin dünyama diri fırtına;
Çırılçıplak ruhum; bedenimden uzaklara, çok uzaklara erişebilmeye yeltenirken; dağları, yolları tüm ücralığıyla geçip ve gelip yanına uyumak isterken yanı başımda, senin yetkin ve esrarlı ruhunu enseme alıyorum ve acıya duyarlı ama en hassas bölgenle birlikte topuklarımdan bırakırken ışığı; Tanrı'nın olduğu kata çıkarken her merdivende bırakıyorum ruhumu; zedelenmeye hazır tüm tinselliğin; gece gibi sıcacık ve ham. Gökyüzü tanrısı Zeus'un homurtularını sunarken ki alkış çınlamalarım yarışırken çiğniyorum seni tek hamlede ve yayıyorsun damarlarıma zehirli sarmaşıklarını. Ağaç sansarı kesilen gövdem. Bir şölenmişçesine mutlu böylelikle. Sanma ki sana yenileceğim; bir kerkenezmişçesine yalpalasada rüzgar sinsice gövdemi; ben hep aynı doğrultuda bırakacağım kendimi gökyüzüne. Hiçbir ekoton sınırlandıramayacak beni. Müzmin bir acıyı yaratan hangi ırk, hangi kavim, hangi milletse; bir sürü şeklindeki ayak izlerini tüm göçebeliğiyle bana bulaştırırken; katı bir sevincin verdiği yumuşaklıkla, yeryüzünün çevresinde bıraktıkları ucubeliklerle yok oluyorlar yeryüzünden; konuşlanan şeyse izleri yalnızca. Gözden kaybolurken baş döndüren, ıraklaştıkça hazmedilmeyen ve mıknatısmışçasına çeken bir iz; hızla uzayan bambu kamışı gibi...
Söyle bana fırtına;Senin tüm endamına karşılık, en yüksek inşalı şatonun yeniyetme prensinin tahta çıkışını kutlarken, elindeki kadehi gökyüzüne kaldırırken seninle arandaki mesafeyi? Toprak altına gömülen devekuşlarını bilemeyeceğin gibi, bunu da bilemezsin; ama görür devekuşları senin doymak bilmeyen şiddetini. Senin için mühim olan; ölen kanatlı hayvanların havada kalması. Yarasanın gece görüşüdür seni ilgilendiren. Taş tutan timsahın hazmedilmez ağırlığını, bir kirpinin durmadan atan kalbini bana ver ve göz akını farkedemeyen bukalemunlar gibi gelmiş olduğun yasak gezegenin kum esintilerini ve tüm trajedilerini ağaç üzerinde yağlı boya izlenimiyle oluşan devasa görüntüyü bırakırken derine, her gece derini değiştirme gücünü bulabiliyor musun? Yoksa sen de kan yutup, kızılcık şerbeti içtiğini sanan insanoğlu gibi, tüm ömrün aktifliğini, bir günün yorgunluğuyla her gece itinayla yeni bir yaratılış miti mi yaratıyorsun? Kasırgalaşan ve yerle bir eden sen; söyle hadi bana, hemen şimdi. İstersen hiç başlama ve sadece uzat dudaklarını, gem vuramadığım ordaki sıcak kanı içmek için can atıyorum, hem de şu an...
Tatlı uykumdan uyandıran fırtına;Soğuk mermer üzerinden akan pınarlardan, kayaçları hareket ettirebilecek okyanus dalgaları yaratmayı düşlerken, tüm kibirliliğinle karşımda olduğun müddetçe yüzünün kırışıklıklarını görmeye devam edeceğim, parlak bir metalin eriyiğinin matı gibi. Kutsal yeminli, vaatkarca savaşa sürülen bir şövalyeye benzetiyorum seni. Tüm endamın şapkandaki tüye hapsolmuş, onu da korkutuyor ihtişamının büyüklüğü. Bir kentin yağmalayıcısına direnen savaşta insan öldüğünü umursamadan; ganimetlerince böbürlenen bir kafatasına, bencillik genine, sığ beyine sahip değilsin sen kahramanlık sınavı verirken. Bununla birlikte önünde saygıyla eğiliyorum. Ama eğer benim öyle bir gücüm olsaydı; insanlara, doğuştan gelen cesur savaşçı özelliği ya da kut inancı yerine; daha doğdukları anda genlerini değiştirme yetisi verirdim, kendime de. İlham denen şey bu, bu çağda dehalara nüfus etmedi. Doğanın ritmine ayak uydurmak yerine, doğanın güç göstergesi olarak sinirini gökyüzünden çıkaran; sığmak bilmeyen rüzgar... Bunu isterdim işte ben, uykumun en tatlı halinde dahi...
Olduğu yerde ürküten fırtına;Bir resme saatlerce bakmam bu yüzdendir. Topuğun altındaki rahimde, toprak anadan peydahlanan çocuk çatal ayaklı, yılan kuyruklu. Öylece karşımda ve ben dalmışım. Karşılaştırmam gerekirse bunu ki sen göğe şahlanansın; güçlü ve adalelisin. Kas hacmin geniş; etlerin esnek, acıya dayanıklı. Avurtlarına kadar hissetmemişsin acıyı, kof. Çünkü sen bir bebeğin hayata adım attığı andaki ağıdını, ağlayışını duymamışsın. Senin umrunda değildir insanoğlu, edan sadece boşluğa, kendi halindesin. Bulutlar yükü boşaltır, sular kabarır ama dalgalar o bebeğin gözlerinde birikir, senin bataklığında değil! Engerek gibi bencilsin, onlar gövdelerinin üst kısmında geometrik bir melankoli saklar. İşte ben de bununla uyumluyum. Sen sessizlikte saklarken geceleri kendi halimde gel-git etkisi yaratıyorum. Ve sen buhranlaştığında o bebek kırlangıç balığı gibi sudan çıktığında bağırıyor, bazı bazı ağlıyor. Hayır, ben sana kin beslemiyorum. İyiliğin özdeksel görünüşüne mezar kazıyorum. Bana ilham veren de bu. Huş ormanlarında üreyen dağ ispinozu gibi yüksekte duran o böceği yiyerek, büyüyor o çocuk. O çocuk benim! Ve her kazdığım mezarın içine girip senin gölgenin altına sığınıyorum, diğer görüşmeye kadar ruhumu yeniliyorum...
Gökyüzünün hakimi fırtına;Olabildiğince çekici, alabildiğince iticisin; ama seni böyle seviyorum; kendiliğince. Ne bir eksik, ne bir fazla. Tüm teslimiyetinle kanımda senin için yeteri kadar oksijen barındırıyorum. Sönmüş volkanik dağlara inat, ejderlerin ağzından püskürttüğü düşsel alevleri sana yönlendirirken alazlıyorum; canlı bilimini. Bir semender gibi. Geçmişsin karşıma yoruyorsun beni oysa. Yanan bir ormandaki yaşlı ağacın ölü tohumunu savururken keskin bir nöbettesin göklerde, benden uzakta. Piramitlerin gölgesinin en tepesinde, senin kuşbakışı izlenimin altında destansal hikayeler yazıyorum sana. Milyonlarca yıl öncesinde nesli tükenen hayvanlar gibi seninde iniltilerini kesmeye çalışan ve şekillendirip, arı kovanındaki yedigen ağ gibi, sekizinci köşegeni aramaya iten ve o güçle pazarlığa sokan ki tüm yoksunluğuyla karşında belirginleşen tüm sessizliği lanetlercesine yanıbaşımda bağırarak şiirler oku tüm akıbetinle. Tüm lirikliğinle süslerken, mizaçgirliğinle ölümü kafiyelendirerek sesini yükselt. Mutsuz şiirlere daha az ömür biçilecekse, sesinin derecelerinin en övülgen olanıyla çölde bir mabet yap. Manastıra kapanan prensese sone ve balatlar hazırlarken ritmik bir tını duyuralım ona. Suskunluğu; hatırlamanın manasına götüren araç gibi kullanmayı bırakalım. Ama şimdi bir anlaşma yapalım, şimdi susalım alçakgönüllülükle. Ne dersin, beraber yapalım bunu...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

...


Hiçbir şey yapmıyor olmama şaşırmayın sakın, insan olabilme yükünü bıraktım, nefes alıp vermenin dahi güç olduğu bir dönemde ayakta kalmayı göze alabiliyorsam; daha ne isteyebilirim ki? Gülmenin acı, görmenin zor, nefeslerin zahmetli olduğu ortada. Yalnız kaldığımda ki bu tüm zamanım (kesirle ifade edilemez asla) insansız bir şehir hayal ediyorum; hayallerim adına elimden gelen tek şey bu. Şehir; savaşlardan, yıkıntılardan, hastalıklardan ve tekdüze hareketten kurtulmuşçasına özgür benim ütopyalarımda. Kargaşanın olmadığı bir yerde beni sürüklediğini sandığım gölgeler, ışığın doğrusallığını köreltmem için, iyi bir neden olsa gerek. Işığını yutan bir aynada bir maymun olarak gördüm kendimi; yansıma gücü insansı bir maymun yapmıştı. Elleriyle ağacı kavrayan bir maymun gibi, aynayı kavrayıp kendimle köprü kuruyordum. Kanca tırnaklarım, karşımdaki camı parçalamak için canla başla çalışsaydı, meraklı bir maymunun amacına ulaşmadan kaçışına sahne olabilirdi. Kendi kalp atışını dinleyememek gibi bir şey bu. Öyleyse konuşmuyorum. El hareketlerimden, mimiklerimden, ne olursa olsun bir yere varmayı amaçlayan anlatma çabalarımdan anlayabilirseniz beni, ne mutlu bana! Susmanın daha önemli olduğu bir cennetin ilkel primatıysam, ama kendi zekamın evrimini bugünlerde bertaraf ediyorsam, ellerimdeki can kırıkları yetmeyip ayaklarımın altına da geçiriyorsam (avuçlarımdaki çizgiler, ayak tabanımdaki çiziklerle kardeş böylelikle), çığlıklarımı duymamak inanın huzur verir bana.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

...


Öç almak için aylak bir balık dikilmiş karşıma. Günlerce ona yaptığım işkencenin hesabını soruyor; önce onu bir fanusa hapsedip, daha sonra öldüğünde günlerce bedeninin suda sırtüstü uzanışını bitmek bilmeyen bir sabrın iştahıyla geçip karşısına izlediğim için. Düşmanının yutmasını engellemek için karnını suyla doldurup şişiren kirpi balığının karnındaki suyla vaftiz ettim bu masum balığı. Aynaya her baktığımda, arkamda görünen bu balığın fanustan atlayarak intihar edişine şahit oluyorum; özgür doğup, tutsak edilen bu zavallının tanrısıyım bir süreliğine. Ammonit fosilinin sert kabuğu milyonlarca yıl iz bırakır ya kayada; işte bu zavallı, birkaç hafta kokularıyla iz bırakmıştı odamda. Aslına sadık bırakmadığım için utanıyor sahibinden. Zehir oku fırlatan kurbağanın en küçük zerresiyle dahi intikam almak istiyor gözleriyle. İçerlemeseydi zavallı nasıl da kusardı bana öfkesini. İçten içe sessizlik içinde bir öç ondaki. Azad etmemenin verdiği ayrıcalık tatmin ediyorsa tanrısını; ahdım olsun ki, senin bana iğretiliğinin yüzlerce katını besleyeceğim kendime.

...


İster istemez sormak geliyor içimden; etkisini zamanla yitirmediğine inandığımız dudaklarımızdaki ince sızı, gitgide azaba dönüştüğünde ne yapmalı? Duyularımıza olduğu gibi görünmeyen bu tuhaf gezegenin asık suratlı insanları; nihai bir azabın iflah olmayanına yeni bir başlangıç! Deniz salyangozu ağır ağır hareket aderken, iyice yaklaştığında avına, zehrini püskürtür düşmanına. Dudaklarımla alırım bu zehri, tırnak uçlarıma kadar yayarım gövdemde; işe yaramaz, pis, zehirli gövdem, kasvetli ve aykırı düşüncelerimle biriktiriyorum kinimi keyifsiz akşamlarda. Kuklalarıma rol verirken tırnak uçlarımda makul bir sebep arıyorum zehrimi paylaşan kuklalara can vermek için. Neler vermezlerdi ki bastırmak için parmak uçlarını avuçlarıma. Korunmaya ihtiyaç duyan insan gibi. Kendine aitlik doyumsuzluğu açığa çıkardığında seçimler huzursuzlaşır. Hoşnut değilim kararsızlığımdan, öyle ya da böyle huzur bulunulmayacak.

5 Ağustos 2008 Salı

...


Büyürler, hiç durmadan uzayıp gider evlerin, binaların katları, inşa edilince duvarlar üstüste, gönlü de bir kalenin duvarlarından daralıp, yıkıntıya uğrar insanın. Güneşe yaklaşmaktır onun amacı; oysa bilir ki öldüğünde yerin altında daha da alçalacağını. Yıldızlara asılı cesetler, güneşin eritemediği lahitte ödüllendirilmişçesine aklı bir karış havadadır. Yüzlerinden okunur hırsı, yükselme arzusu. Düşünce ekmektense, mallarını büyültme amacı güder zamanın insanı. Ölümsüzlüğü arar, mamut ve matadonlar hala tükenmemiş olsaydı ne yazardı ki yaşamın ölçütü; onlar dahi bilmemiştir zamanın hızını. Ne var ki korkuyorum ben; ölümden sonra yaşam ve buna ilave olarak da yarış varsa; tiksinti duyarım o zaman doğumlardan. Ölüler belki başka şekilde ölüyorlarsa tekrardan korkarım her yeni doğuştan. Korkuyorum işte ben; cesareti filler yüzyıllar öncesinden ayakları altında ezdi, hortumlarıyla içine çekti gücümü. Üstümü örtün, başımı okşayın, masallar anlatın yanıbaşımda, daha güzel kandırın beni. Bulutlarda bırakırsanız beni, size yükseklerden bakma adına deviriveririm alçakgönüllü hücrelerimi.