29 Temmuz 2008 Salı

...


Rüyalarımda gördüğüm bu doğaüstü yaratık; onun yansıması olabilirdi; bedenini şarapla yıkayıp, ruhunu ay tanrıçasıyla arındıran. Zor bulunan! Ahlak ve erdem gibi... Dürüstlük bazında ele almasamda bu olguyu diyebileceğim tek şey ve anlatmak istediğimce söylediğim erdem ve dürüstlüğün uç noktalarda olması. Ay tanrıçası lanetle bezenmeyeceğine göre; ruhu hiç olmadığı kadar saf olabilirdi. O olağanüstü yaratık dünyaya gözlerini açtığında, nerden bilebilirdi ki kirli düşünceyi. Zamana gömülüp; erdemi unutmasaydı eğer, kendine karşı ne kadar dürüst olursa olsun, tadamayacaktı doğruyu. Bunu hep söyledim, kulak zarını delme heveslilerine. Erdem; kişinin kendine olan dürüstlüğü! Erdemle bezeli; benzine kadar sararamaz yaptıklarından. Kanunlar gelip geçer, yaşam koşulları değişir; ama insanın o saf doğasındaki masumiyet de ayak uydurur bu çarka; hamlaştığında bu koca ağızlı, kibirden yana olan kaslarını genişletmişse; nerden bilinebilirdi ki, hayata ve insanlığa karşı zırh giyip, adaletle savaştığını. Doğduğunda ya da yeryüzüne indiğinde onun bu katil tavrı alnında yazmıyorsa, suçu ne bilmeyenlerin? Var ile yok arasında gidip gelen, ama varlığında aldığı güçle korku salan Kadiri Mutlak en büyük kararsızlık içinde dahi; doğadan elini ayağını çektiğinde; işte o zaman bu yaratık inecek yeraltına.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

...


Sustuğunuzda konuşma zamanının bana geldiğini düşünüyorum. Belki ufak bi serzenişimin mozaik bir mezar taşının gururluca yerinden sökülmesine kanı kaynamayacak, ama her an yenilerinin eklenmesine göz göre göre tanık olacaktı. Renkleri ve suları tek tek kirleten hastalıklı utançlara hesap sorulmadan yağan yağmur, öfkemin dinmesini hiçe saymakla birlikte, yağmur suları dahi arınmamış, baştan çıkarıyor saklı gölgeleri ve daha nice nesillerin vahşetine izin veriyor. Mecburi bir kifayetsizlikle başlıyorum sözlerime. Şansına doğmuş kızıl geyik yavrusu; göldeki son suyunu içtiğinde, iki elin kafatasını yağmalayarak, tüm usunu elinden alıp; refleksiz ve akıldışı bulgularla tüm bedenini darmadağın eden cani süzülüyor suyu ısıtan güneş ışığında. Derinin dışına çıkmış boynuz dengeyi kurmada işe yaramıyorsa, ne kadar mutlandırabilir ki geyiğin derisinin değeri? Hangi ödül ölçütü değerli kılabilir ki bu acımasız vahşet çağrısını?
Hatırlamıyorum bir annenin bebeğini savaşa sürme amaçlı yetiştirdiğini. Daha küçükken eline tıkıştırılan oyuncak silahların hafızası olsaydı eğer; cam parçaları ve delinmiş duvarlar, hırsın ve intikamın, tedbirsiz propagandaların hiç hesaba katılmayan yüzü olurdu. Okul çağındaki çocuğun marşlarla titrettiği camların, gevşettiği duvarların köreltisinin dış ve düş gücüyle irade tarifi yapmasına fırsat verebilir mi? El, kol ve gövdeyle uyum yapan baş her bir yana savrulurken kuruyan dudaklarımı sokaklardaki kan gölü doyurabilir mi? Obeliskleri şenlendirme adına sarsılmaz kayalar haberdar edilmemiştir, şehrin surları deliksiz uykusundan uyanmamıştır. Barut fitille ateşlenmek için haber aldığında, hangi hedef kendi kendine donarak sağır edebilirdi ki kulakları. Yanıcı maddelerin ortaya çıkardığı ısının alçaklığı yarışabilir miydi güneşin iç katmanının yanıltıcı parlaklığıyla? Kim buna ayrıcalık verebilirdi ki? Bu saniyeden sonra insin bayraklar yarıya, dalgalansın kan gölünün en aydınlık ve sıcak yerinde. Bundan sonra daha acınılasıca düşünmemize el ovuşturan birtakım zaferzedeler kutlasın acı zaferini şafağın lanetinin suskunluğunda.

17 Temmuz 2008 Perşembe

...


Günah kuyusunun kenarında oturmuş düşünüyordu, amber kokulu, menekşe gözlü kadını. Ya kuyuya teslim edecekti bedeninden önce düşüncelerini, ya da o güzel gözlü kadının yanında arınacaktı arsız günahlarından. Birden yanlış bir düşünceye kapıldığını farketti; ya düşüncesi yanlıştı, ya da yanlış anladı beynindeki düşüncelerinin fısıltısını. İnsanın kendisine kendisini anlatmak; kendi düşüncesini anlamasından daha kolay olsa gerek. Kuyunun derinliğine bakmak dahi gelmedi içinden; kendi derin düşücelerinin sarhoşluğunun yolculuğunun yanında daha kısa gelecekti bu ölçü. Kendisinin bir kurban olduğunu anlaması çok geç değildi elbet. Kuyunun derinliğine gömülmek, kurbanın canını yaksa da, kuyuyu yani cellatı pek umursattırmaz bu. Birkaç düşünce ve soru beynini perçinlerken gizli bir elin onu kuyunun pençesine ittiğini hissetti. Kalbi titremişti zavallının. Lağım sularından bataklığa sürülen bir leş olmayı dahi temenni edemeyecek bir bayıltıcı kokuyla birlikte, bilmediği bir intikam kasırgası etrafını sararken leşlerin gözlerinin içindeki perdeyi kaldırdığında gördüğü o gizli sarartıyı görmek yerine, gözlerini göz yuvalarından çıkarmak için neler vermezdi. Üst dudağının üzerindeki ter damlacıkları şaşkınlığın temsili olarak belirginleşirken, hazırlıklı değildi kendi elleriyle dahi yoğuramadığı bu beklenmezliğe. Kahkahalar kendi çırpınışlarını bastırırken, taze bir korkuyla, akıl almaz bir telaşla düşünceleri felçleşmeye yüz tutuyordu. Oysa ne kadar büyük bir boşlukta olmayı istiyordu, uzayda yer kaplamamayı, mezarının bile olmamasını. Bu dünyadan kendi elleriyle uzaklaşacaktı, kendi arzusuyla! Ne hastalıklar, ne de doğal afetler neden olacaktı günahlar içinde yüzmesine. Özgürlüğü günah kıyısının kuytularında sesinin derinliğinin yankılanması olmamalıydı. Tam tersi! Kalıplaşmış düşüncelerden sıyrılarak, haykırarak kendini tırmaladıktan sonra yaratacaktı gözlerinin, nefesinin, bedeninin, organlarının, titremekten bıkmayan kalbinin sessizliğini.
Menekşe gözlü kadının, önce ellerini, sonra gözlerini bağlayarak sahip olacaktı o varlığa. Süt dişlerinin en biçimsiz büyüklüğü meydan okuyarak tüm bedenine kanat açarken, kadının gökyüzünü sağırlaştıracak şekildeki yakarışlarını ve lanetlerini dinleyerek, bir köşeye çekilip; acının en şiirsel işlevine sunacaktı bu feryatları. Sonra onun kendi kendisini öldürüşünü seyredecekti, ilmik ilmik o güzel kokulu bedeninin yok edilişini. Kendini, kendi organlarıyla kurtarma özgürlüğüyle tatmin edecekti bir köşeye geçip izleyerek hem de. Sonra kendinin o acımasız vicdanının mağdurluğuna tutunarak el vermeyecek, o menekşe gözleri yalnız bırakmayacaktı. Bunun tersi mümkün dahi değil. Koca bir çağın yargılama yeteneği, ödüllendirecekti onları. Yazarların karakalemleri bu kutsanmış kurtuluşu yazarken, yaratıcının onlara sunduğu bu aceleci yaşamın koşulları şaha kalkacaktı hem de bu ölçüsüzlükte. Ama artık çok geç! Hayattan kaçarken tökezlemek yaralasa da insanın ruhunu, kaçınılmıyor derinden incitilmekten. Aşırı sevgi ve aşırı saygıdan ibaret, aşırı düşüncenin yükü kaldıramazdı ussal dengeyi. Metanet; içten içe serzenişi geçmemekle birlikte, kendisini koşulsuz düzeltme üzerine temellenen arzuları gömüldüğünde toprağa; işte o zaman kazanacaktı; yaralı ve tembel ruhları içine çeken ejderhavari ölüm kuyuları. İşte o zaman hakedecekti; yaratıcının doymak bilmeyen öğütlerine karşılık amber kokulu, menekşe gözlü kadının üçüncü elinin onu günah kuyusuna itmedeki arsız şevkinin günahını.

11 Temmuz 2008 Cuma

...


Etrafına bakınmakla yetinci yalnızca.
Kader denen belirsizlik, yazılmışsa eğer yazgı; cennet ve cehennemi bu dünyada tatmak hiç bu kadar zor gelmeyecekti. Küçücük beden hazırdı. Dilinin kenarları hiç bu kadar nöbete girmek için can atmıyordu. Eğer öyle olsaydı; insanlar gözyaşlarının tadını bilemez ve bu tat insan zihninde yavan bir tat olarak kalırdı. Masum bir korkusuzluğu giydi üzerine ve bıraktı kendini onlara.
"Büyüyünce doktor olacak"
"Anne; ben şövalye olmak istiyorum büyüyünce" diye geçirdi içinden; neşter bir kılıcın keskinliğini örtmeye çalışırken, eline sıkıştırılan bir oyuncak ne kadar tatmin edebilirdi ki onu? Parmağını ağzına götürmekle yetindi, parmağı ağzındayken gözyaşlarını sayıyordu çocuk aklıyla. Peki neydi çocukluk? Ağlayarak herşeye sahip olma bilinci mi? Gözyuvaları çukurlarından çıkıp; etrafı süzdükten sonra bir bakış yakalamak istedi. Zaman zaman hoyratlaştıran bu çöplüğe, belleğinin en temiz yerindeki hayal gücünün sınırsızlığını kanıtlayabilseydi eğer, durmadan masal anlatılmasını arzulayıp, bir masal kahramanı yaratmazdı gün batımlarında. Köpüklü balonlardaki karabasanlar. Ah, ne kadar eşsiz bir çekicilikte; günahlar gibi. Onlar da daha ilgi uyandırıcı değil miydi sevaplara göre.
Seçim şansı bırakmadan etrafına sorular sormaya yeltenip, düşleyen ve direnen bir çocuk. Gündelik hayatın çoğu şeyi yitirttiği bir çağda, herşeye hayret etmesiyle, kendine haksızlık etmese gerek. Öyle olsaydı eğer, daha fazla kara parçası için birbirini yiyen; acımasızca savaşa sürülen insanların toprak altında bıraktığı kokmuş bir beden olmak yerine, savaşanları izlemeyi yeğlerdi. Dizdeki yarayı deşme merakı nerden geldi sanıyorsunuz.
Asla geri gelmeyecek şeyler sunulsada; ilk ve son kez sana kollarımı uzatıyorum yeniyetme. Gözlerimizi kapatıp, birbirimize sımsıkı sarılalım sonsuza değin, seni yarıyolda bırakmayacağım, inan bana! Kader denen belirsizlik ve eğer yazılmışsa yazgı, bir daha ki cehenneme kadar, cenneti ayaklarımızın altına alma zamanı geldi; sonsuzdan geri sayarak.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

...


Metan gazı yığınından başka birşey değilsin sen!
Kendimi avutma lüksümün vermiş olduğu bu güdü öyle etkindi ki; dünya denilen bu gezegende yaşayan insan yığınlarının suçlarını üstüme alabilecek kadar cesaret veriyordu bu bana. Hayati fonksiyonlarını yitirmiş bir omurgalıdan farksız olsam da, bununla birlikte etlerim geriye çekilmiş kıvamında görünse dahi; karşımdaki insanlardan daha diri görünebilme gücünü bulabiliyordum kendimde. Kendi kendini tepetaklak bir şekilde azat etmekten başka hiç bir işe yaramayan bu duygular; aşındırıldıktan sonra ne işe yarayabilirdi ki? Hey sen, koca sırtlan; aç gözlerini ve iyi bak yemine. Benim gibi bir leşle beslenmeyi göze alabiliyorsan; yapacaksın tüm dediklerimi. Parçalayarak ele geçireceksin gövdemi; dünyada yerim kalmaması adına refüze etmeyeceğim senin isteklerini. Ağzını yeteri kadar sulandırmaktan başka birşey gelmiyor elimden ki canın şimdiden çektiyse; ne mutlu bana! İşte o zaman lanet ben; senin midende göğe yükseleceğim. Zamanı geldi ve ben inan sabırsızlanıyorum.


Hiçbir töre, gelenek-görenek, yasa ve kurallar zamana dayanamadı, zaman dayatılırken. Öylesine sahte birşey! Ölümün vücut bulmuş hali... Gagasını suya daldırarak avladığı balıklarla beslenen pelikan kandırıldığında son balık tarafından, uzaklaşıp gider kıyıdan uzaklara. Gri kanatları gözlerimi buğularken; göz kapaklarımın her hareketinde yeni bir yüzyıl başlatırım böylelikle.

Kimse benim yerimde olmamalı! Ne Yaratıcı buna izin vermeli; ne de ruhum sıkılganlıktan yer değiştirmeye kalkışabilmeli. Kim sahip olduğum tinsel değerleri cisimleştirmeye kalkarsa, düşecek peşlerine eli bıçaklı gölgem. Tek bir şartla buna izin verebilirim; çok basit! Yalnızlıktalık ve birliktelik akıp giderken, kendi kendine yabancılaşınca birey; işte o zaman refüze etmeyeceğim ruh ve bedenin sıçramasını. Ruh ve beden ayrı düşmemeli kanaatimce. Siz hiç gördünüz mü; ruhunu Baltık Denizi'ne, bedenini Kızıldeniz'e salan babayiğidi?

Şairlerin acımasız satırlarına hedef olan tarantulalar vücuduma yayılmış zehirlerini salıyor. Her bir görevdeş hücrelerim ayine başlıyor. Mücevherimsi parıltıdaki sinek kuşları acıyor halime. Bastıramadığım acıları hatırlatıyorlar bana. Ama ensemdeki acıyı dile getirebilmem mümkün değil. Bu soğukkanlı yaratıklar; kukuletalı ya da makyajı akmış bir omurgalının özgüvenini sahiplenmişçesine saldırıyorlar. Kan ter içinde uyanıyorum uykumdan, ayin bitmişti ve ellerimle vücudumu yokluyorum. Sadece kendi ellerime güveniyor olmam mutlu ediyor beni. Tıpkı bir timsahın kendi gözyaşlarına kanması gibi...
Nasıl olursa olsun beden terbiyecisi ölümsüzlük için bebekler üretseydi hiç bir şekilde sivrilen aşağılıklar, aykırı utançlar olmayacaktı. İnsan masum doğar, kötülük yaptığında dahi o gece masumca uykusuna dalar. Peki ne olmalı insanı suça sürükleyen ya da doğruluktan sapmayan, doğruyu bulan kimse yok mudur? Bir filozofun ödevi; eğriyi doğrultmak değildir hiç bir zaman.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

...


Hoşgeldin dünyama diri fırtına;
Çırılçıplak ruhum; bedenimden uzaklara, çok uzaklara erişebilmeye yeltenirken; dağları, yolları tüm ücralığıyla geçip ve gelip yanına uyumak isterken yanı başımda, senin yetkin ve esrarlı ruhunu enseme alıyorum ve acıya duyarlı ama en hassas bölgenle birlikte topuklarımdan bırakırken ışığı; Tanrı'nın olduğu kata çıkarken her merdivende bırakıyorum ruhumu; zedelenmeye hazır tüm tinselliğin; gece gibi sıcacık ve ham. Gökyüzü tanrısı Zeus'un homurtularını sunarken ki alkış çınlamalarım yarışırken çiğniyorum seni tek hamlede ve yayıyorsun damarlarıma zehirli sarmaşıklarını. Ağaç sansarı kesilen gövdem. Bir şölenmişçesine mutlu böylelikle. Sanma ki sana yenileceğim; bir kerkenezmişçesine yalpalasada rüzgar sinsice gövdemi; ben hep aynı doğrultuda bırakacağım kendimi gökyüzüne. Hiçbir ekoton sınırlandıramayacak beni. Müzmin bir acıyı yaratan hangi ırk, hangi kavim, hangi milletse; bir sürü şeklindeki ayak izlerini tüm göçebeliğiyle bana bulaştırırken; katı bir sevincin verdiği yumuşaklıkla, yeryüzünün çevresinde bıraktıkları ucubeliklerle yok oluyorlar yeryüzünden; konuşlanan şeyse izleri yalnızca. Gözden kaybolurken baş döndüren, ıraklaştıkça hazmedilmeyen ve mıknatısmışçasına çeken bir iz; hızla uzayan bambu kamışı gibi...
Söyle bana fırtına;
Senin tüm endamına karşılık, en yüksek inşalı şatonun yeniyetme prensinin tahta çıkışını kutlarken, elindeki kadehi gökyüzüne kaldırırken seninle arandaki mesafeyi? Toprak altına gömülen devekuşlarını bilemeyeceğin gibi, bunu da bilemezsin; ama görür devekuşları senin doymak bilmeyen şiddetini. Senin için mühim olan; ölen kanatlı hayvanların havada kalması. Yarasanın gece görüşüdür seni ilgilendiren. Taş tutan timsahın hazmedilmez ağırlığını, bir kirpinin durmadan atan kalbini bana ver ve göz akını farkedemeyen bukalemunlar gibi gelmiş olduğun yasak gezegenin kum esintilerini ve tüm trajedilerini ağaç üzerinde yağlı boya izlenimiyle oluşan devasa görüntüyü bırakırken derine, her gece derini değiştirme gücünü bulabiliyor musun? Yoksa sen de kan kusup, kızılcık şerbeti içtiğini sanan insanoğlu gibi, tüm ömrün aktifliğini, bir günün yorgunluğuyla her gece itinayla yeni bir yaratılış miti mi yaratıyorsun? Kasırgalaşan ve yerle bir eden sen; söyle hadi bana, hemen şimdi. İstersen hiç başlama ve sadece uzat dudaklarını, gem vuramadığım ordaki sıcak kanı içmek için can atıyorum, hem de şu an...
Tatlı uykumdan uyandıran fırtına;
Soğuk mermer üzerinden akan pınarlardan, kayaçları hareket ettirebilecek okyanus dalgaları yaratmayı düşlerken, tüm kibirliliğinle karşımda olduğun müddetçe yüzünün kırışıklıklarını görmeye devam edeceğim, parlak bir metalin eriyiğinin matı gibi. Kutsal yeminli, vaatkarca savaşa sürülen bir şövalyeye benzetiyorum seni. Tüm endamın şapkandaki tüye hapsolmuş, onu da korkutuyor ihtişamının büyüklüğü. Bir kentin yağmalayıcısına direnen savaşta insan öldüğünü umursamadan; ganimetlerince böbürlenen bir kafatasına, bencillik genine, sığ beyine sahip değilsin sen kahramanlık sınavı verirken. Bununla birlikte önünde saygıyla eğiliyorum. Ama eğer benim öyle bir gücüm olsaydı; insanlara, doğuştan gelen cesur savaşçı özelliği ya da kut inancı yerine; daha doğdukları anda genlerini değiştirme yetisi verirdim, kendime de. İlham denen şey bu, bu çağda dehalara nüfus etmedi. Doğanın ritmine ayak uydurmak yerine, doğanın güç göstergesi olarak sinirini gökyüzünden çıkaran; sığmak bilmeyen rüzgar... Bunu isterdim işte ben, uykumun en tatlı halinde dahi...
Olduğu yerde ürküten fırtına;
Bir resme saatlerce bakmam bu yüzdendir. Topuğun altındaki rahimde, toprak anadan peydahlanan çocuk çatal ayaklı, yılan kuyruklu. Öylece karşımda ve ben dalmışım. Karşılaştırmam gerekirse bunu ki sen göğe şahlanansın; güçlü ve adalelisin. Kas hacmin geniş; etlerin esnek, acıya dayanıklı. Avurtlarına kadar hissetmemişsin acıyı, kof. Çünkü sen bir bebeğin hayata adım attığı andaki ağıdını, ağlayışını duymamışsın. Senin umrunda değildir insanoğlu, edan sadece boşluğa, kendi halindedir yırtıcılığın. Bulutlar yükü boşaltır, sular kabarır ama dalgalar o bebeğin gözlerinde birikir, senin bataklığında değil! Engerek gibi bencilsin, onlar gövdelerinin üst kısmında geometrik bir melankoli saklar. İşte ben de bununla uyumluyum. Sen sessizlikte saklarken geceleri kendi halimde gel-git etkisi yaratıyorum. Ve sen buhranlaştığında o bebek kırlangıç balığı gibi sudan çıktığında bağırıyor, bazı bazı ağlıyor. Hayır, ben sana kin beslemiyorum. İyiliğin özdeksel görünüşüne mezar kazıyorum. Bana ilham veren de bu. Huş ormanlarında üreyen dağ ispinozu gibi yüksekte duran o böceği yiyerek, büyüyerek doğuyor o çocuk. O çocuk benim! Ve her kazdığım mezarın içine girip senin gölgenin altına sığınıyorum, diğer görüşmeye kadar ruhumu yeniliyorum...
Gökyüzünün hakimi fırtına;
Olabildiğince çekici, alabildiğince iticisin; ama seni böyle seviyorum; kendiliğince. Ne bir eksik, ne bir fazla. Tüm teslimiyetinle kanımda senin için yeteri kadar oksijen barındırıyorum. Sönmüş volkanik dağlara inat, ejderlerin ağzından püskürttüğü düşsel alevleri sana yönlendirirken alazlıyorum; canlı bilimini. Bir semender gibi. Geçmişsin karşıma yoruyorsun beni oysa. Yanan bir ormandaki yaşlı ağacın ölü tohumunu savururken keskin bir nöbettesin göklerde, benden uzakta. Piramitlerin gölgesinin en tepesinde, senin kuşbakışı izlenimin altında destansal hikayeler yazıyorum sana. Milyonlarca yıl öncesinde nesli tükenen hayvanlar gibi seninde iniltilerini kesmeye çalışan ve şekillendirip, arı kovanındaki yedigen ağ gibi, sekizinci köşegeni aramaya iten ve o güçle pazarlığa sokan ki tüm yoksunluğuyla karşında belirginleşen tüm sessizliği lanetlercesine yanıbaşımda bağırarak şiirler oku tüm akıbetinle. Tüm lirikliğinle süslerken, mizaçgirliğinle ölümü kafiyelendirerek sesini yükselt. Mutsuz şiirlere daha az ömür biçilecekse, sesinin derecelerinin en övülgen olanıyla çölde bir mabet yap. Manastıra kapanan prensese sone ve balatlar hazırlarken ritmik bir tını duyuralım ona. Suskunluğu; hatırlamanın manasına götüren araç gibi kullanmayı bırakalım. Ama şimdi bir anlaşma yapalım, şimdi susalım alçakgönüllülükle. Ne dersin, beraber yapalım bunu...