21 Şubat 2010 Pazar

...

En büyük yenilginin insanın kendinde beslenen koca ağızlı bir saplantı olduğunu sindiren her kişi, sürdürdüğünde masum çabasını başlar kurtlarla yarışa. Ölümsüzler listesindeki en ünlü koşudur bu. Ciddiye alınan ama ciddi olunmayan. Korkunç bilgisizlik ve düşüncenin gelişen zayıflılığıyla duygusuz bir çarktaki doğal çözümleri alt etme çabası. Kiliseyi cezbeden korkunun bakirelik saplantısı... Nedensizlik yoktur der suçlu olan; mantıklı olmak ve mantıklı davranmak eylemlerinin akılda kalmayan yanılgısının izdüşümüyle. İşte ben bu noktada, felsefenin tamamlanmamış bir bilim olduğunu öğrendiğimde, tarih boyunca kafa yorduğum genellemelerin, hoşgörüsüzlüğün sınırlarında koca bir softalık olduğuna inanırdım.
Bitmez tükenmez çelişkilerimin sonsuz ve acımasız yetkilerinde yalnızlığı överim çoğu zaman; kalemin canı sıkılır elimdeyken böylelikle. 'Nedensiz bir alışkanlık' diyemem; hem böyle olsa bile fizik yasaları sahiplenirdi düşüncemin yönettiği maddeyi. Herşeyden önce suçluluk yoktur özümde! Neden olsun ki? Yarı bir inanıştır benimki hizmetimdeki kaleme. Suçu boyun eğen gizemli bir mayın gibi gözlerime gömmüştüm uykularımda. Gözü korkmuş çabalarım başlamıştır artık; ağzı kapalı, kanatları yerde, ayakları göğe doğru yükselmekte. Uçsuz bucaksız doğada nihai bir sona eriş çabası aslında bu yarışta. Gerçekli ve gerekçeli gidiş yok! Fikirsiz ve ilkesiz bir gidiş, en büyük yenilgiyle herşeyi bırakarak; ussallığı ve duygusallığı...

31 Ocak 2010 Pazar

...

Önümdeki iki yolun beni nereye sürükleyeceğini bilmeden başladım yürümeye. Değeri zaman içinde değişen para gibi, bu değerin üzerine eklenen güvenin biçilmez kaptanıydı bu yol. Kimi zaman okaliptüs ağacının keskin kokusu gibi geldi kokusu; nefes alıyordu burnumun içimdeki kıvrımlar. Oysa kimi zaman da gözlerimi bozmaya başladı ki beni, saklanmayı iyi becerebilen dişi okapiydim o lanetli şayin karşısında. Bedelini de ağır ödedim parapsikolojinin ad vermediği hastalıklarla. Mide bulandıracak kadar gerçekçi oldu çoğu zaman karşımda, arkamdaysa sırtımdan çıkarmaya çalıştığım hançerimdi. Üstündeki resimleri karalamaya başlamışken, etekleri kıyıya inebilen dağ oluverdi, tutunamadım... Beyinleri sürekli meşgul eden iktidar mücadelesinin kalburüstü, üstüne üstlük midesi bir türlü doymayan, karşısındakinin gözünü doyurmayan tedirginliğiydi. İki gündüz arası uyuyamadığım çok oldu onun biyokütlesini hesaplayamamaktan. Bana eşlik etmesini istemedim hiç bir an. Alnımdaki ter damlacıklarının gönüllü karşılığı olmak isteseydi eğer; karşıma çıkan her bozgunda dilimi ısırttırmaz, kulaklarımı çekmezdi. İndirmek isterdim önünde tüm rütbeleri, saygınlığı... Önümdeki seçtiğim yolu (ki kendi karabataklığım) uyuşturabilecekse toprak, doyurabileceğim can pahasına da olsa gözü dönmüş ve haddini aşan mezar kaçkını paranın gövde gösterisini.

...

'İnsan' denen kokuşmuş tünelin içinden geçtikçe, gördüklerim karşısında aklımın elvermediği, dilimin söylemeye varamadığı itici gerekçeleri görüyorum. Diken diken olan tüylerim yapıştıkça beyaz ve buğday renkli bedenlerine üstü örtük bir laf kalabalıklığı beliriyor karşımda; 'gökküşağını görmeyeli uzun zaman oldu' diye bitiriyor elimdeki son cümle kendisini. Kırk gün, kırk gece evden çıkmadığımdan unuttum güneşin ışığını, yağmurun damlalarını; güneş ışığının yağmur damlasına çarpışını. İşte o günlerde, gözyaşlarımla ördüğüm yaş duvarın sıvasında çırpınan gövdemde, kireçli boyalarla yapılmış freski andırır dizgesiz yılgınlıklarım. Mezarım da kuru olmayacak benim; Hint okyanusundaki glayöller yok ettiğinde renk tonlarını, biriktirdiğim dostlarım yapacak glavölü. Ben de onları izleyecem, onlardan öğrendiğim gibi; 'Ben ölmeden önce' diye başlayan şiirlerime, dokularımca emilmeyen su, buz olacak ve ben böylecesığır kemiğini geçirince ayaklarımın altına, başlayacam gösterimi sunmaya. 'Kendi zihinsel kurgusunda öldü' diyecekler kendi kendime oluşturduğum kuramların sert tepkicileri. Çok geçmeden, ' Deniz aşırı ülkelerin baş döndürücü hayalleriyle öldü' diyecekler görmüş geçirmiş dostlarım. Sindirme zorluğunu çekerken düşüncelerim; kimse analayamayaca beni; omuz üstü hiçbir baş...

...

Boğazından girip, anüsünden çıkmayan; kendi bataklığında boğulmayı öngörüp, iki elimi boğazıma yapıştıran bir acı bu; tahammül edilemeyen cinsten. Buna bağlı olarak ısrarla kaçındığım ebedi ıstırap; kurban törenlerini anımsatan... Bilmem kaçıncı katmandan itibaren başlayarak merkezinde beni hedef almış bir çembere giydiriyorum görünmez giysilerimi. Tüm çıplaklığıyla karşısındayım acının; benim acı! Yedeği de kullanışlı bir acı... Gükkuşağını soyup aldığım renkleri giymeksizin rahat bir şekilde karşındayım, dudaklarımı bükmeden, parmaklarımı avucumun içine hapsetmeden. Binbir güçlükle karşındayım! Diyaframımın rahatça çalıştığını, saçlarımın kendiliğinden ağaracağını, derimin kendini onarabileceğini sanma sakın. Aynalardan uzak kalarak, günlerce bedenimin tokluğunun üstüne titremeden geçtim karşına; saçlarımı kelepçelediğim günlerin üzerinden çok zaman geçmedi, kabaran derimi demirler okşadı, soğuk zeminler üzerinde pıhtılaşan soğuk kanımla donakaldı tercihlerim. Doğru anahtarı bulmak için kaç derim bilendi? Zevkin doruk noktasında, en ileri hayvani güdülerin çıkmazında sekteye uğradı incelen derimi Hiçbir sıfat bulunamadı durumuma; hem de hiçbir dilde. Kalp atışlarımın sesi, aşılmaz bir engelin henüz kaybedilmiş bir formülüne dönüşürken; kaçınılmaz yenilginin kendini aşmadan, kendindeki muammayla karşındayım. Çıplak bir ağacın uyumsuz yaş halkaları gibi...

3 Ocak 2010 Pazar

...

Koca koca gözlerini açmış baykuş; pencerenin içerisini süzmeye başlamış; yan sokaktan dahi duyulan cırtlak sesiyle. 'Gecenin bu saatinde ne arıyorsun dünyadan ve bu dünyanın insanlarından kendimi sakladığım mahzenimde?' dedim gözgöze geldiğimizde. Kaf Dağı'nın ardındaki büyülü dünyadan gelecek değil ya. Bağlardan, bahçelerden, dinlenirken de ağaç dallarından kovulmuş; kanca tırnaklarını, döner parmaklarını ablasyona uğratmak istemişler, kuluçkadayken huzur tattırmamışlar günlerce; karanlığın kör vaktini beklemişler avlamak için. Günlerce aç bırakıldıktan sonra afagik olmuş. Kes sesini artık pis budala! Beynimdeki canavar düdüğünün çalmasına ramak kaldı. Boynunu bükmenin, burnunu sızlatmanın zamanı değil; daha yeni uyandım sanrılarımdan, terleyerek hem de. Hüsrana uğradım ben de günün her vakti. Söylemek istiyorum şimdi işte; bira köpüğünü anımsatan gözlerini alıp git bir an önce, tüneğimde yer olmadı hiçbir zaman sana. Bedenindeki ince tüyler, yerden göğe doğru yağan yağmur gibi oldu birdenbire. Ansızın bunaltıyor beni küçümsemeler; hiçbir sakinleştiricinin etki etmediği kaprislerle birlikte... Bende onlardan biriyim; acırken ademalmama konacak değilsin ya da dökülürken arasına saklayacak değilim saçlarımın. Daha ne kadar mutlak göreceksin kendini, hiçbir güvencesi olmayan derbeder yaşamında; benim gibi, herkes gibi. Tövbeliyim iyilik etmeye. Yumuşak vücudunu sert omzuma koyup, duyabileceğin en ufak hışırtıda ortak yönlerimizi alıp gitmeyi arzuluyorsun değil mi? Ben de herkes gibiyim; basabilirim en kısa zamanda kuyruğuna...

...

Derdimi acik ve net anlatma kolsaydi eger niyetim; kelime sayisinin en az oldugu dilin tum buyruklarini yerine getirirdim.Duyularin yarattigi kabile putlari gibi degildir benim cabam; kabizlikceken bir coplugun kendinden uzaklasmak isteyen artiklarindan ibaret. Okuyucu; ozveri cok mu guctur, merak eder dururum. Mikrobunu beraberinde getiren bir hastalik gibi;yalnizlik da butunuyle olmasa da beraberligini yaninda getirirken cok mu ozveri ister? Iste humanizm iddiasinda degilim bu noktada. Yoldan ciktiginda beynimin dayanaklari, temellendiremiyor bi turlu yerkurenin duzeni beni. Otur karsimda ve bu hilkat garibesi hakkinda oyala beni. Kibir ile kini, beden ile maddeyi, dostluk ile insanligin arkasinda bicak tutarak dans edisinin ve esdeger bocalamanin seyridir benim pazar yerinde gordugum. Iliskilendirecegim bir sembol de gerekirse; yok hayir, yapamam ben bunu. Sembol demek kiyas demek. Yontemsiz, amacsiz ve ogretisizdir benim varliklarim...

...

Baldırlarına kadar çamura bulanmış gri balıkçıl gibi duran insanoğlu! Sığıntılığı ortadan kaldırmadan geçmiş karşıma doğayı yok etmek için veriyorsun mücadeleni. Ağaçları diş diş bilemeden, eline geçirdiğin baltayı boğazına yapıştırmanın zaman ayarını yapmadan ne söylemeye çalışıyorsun durmaksızın. Acımasız olan senin dilinle benim keskin beynim değil. Mağdur utanç okyanuslara gömülmez hiçbir zaman; dalgaların sesidir; açıksözlülüğü suyun günahının. Okyanusların yuttuğunu, dünya üzerine kusarak sunuyor ikramını. Bu karşılığın karşısında iki çift sözünü dinliyorum. Şimdiyse susuyorsun. Yeraltına giderken, sorgulanacaksın Hades'te; konuşma kılavuzun ben olmayacağım, seni be zincire vurmayacağım, seni ben çivilemeyeceğim. Kızarmış yüzünün nedenini söyle bana; boynunu iki zıt yöne çevirirken. Öyleyse şimdi sıra bende; kahkahayla gülüyorum sana. Dudağımın ve dişlerimin hareketi ellerimlebir olmayacak, yokluğa giden bir kıpırdayış olduğu müddetçe tutmayacağım elinden hiçbir zaman. Uzayın salt bir biçimden ibaret olduğunu sezdiğim andan beri dışsal bir belirlenimde gözyuvarlarının içindeki tuzlu suyu, okyanusun tadına bakmış gibi tadacam. Keyfiyet burda gizli. Gördüm ki, göğsüne doğru kenetlenmiş hilal kolların. Aşıntıya uğramış öfken. Arkanı dön ve git; vicdan nöbetçisi değilken düşüncelerim...