28 Aralık 2009 Pazartesi

...

Hoşgeldin dünyama diri fırtına;
Çırılçıplak ruhum; bedenimden uzaklara, çok uzaklara erişebilmeye yeltenirken; dağları, yolları tüm ücralığıyla geçip ve gelip yanına uyumak isterken yanı başımda, senin yetkin ve esrarlı ruhunu enseme alıyorum ve acıya duyarlı ama en hassas bölgenle birlikte topuklarımdan bırakırken ışığı; Tanrı'nın olduğu kata çıkarken her merdivende bırakıyorum ruhumu; zedelenmeye hazır tüm tinselliğin; gece gibi sıcacık ve ham. Gökyüzü tanrısı Zeus'un homurtularını sunarken ki alkış çınlamalarım yarışırken çiğniyorum seni tek hamlede ve yayıyorsun damarlarıma zehirli sarmaşıklarını. Ağaç sansarı kesilen gövdem. Bir şölenmişçesine mutlu böylelikle. Sanma ki sana yenileceğim; bir kerkenezmişçesine yalpalasada rüzgar sinsice gövdemi; ben hep aynı doğrultuda bırakacağım kendimi gökyüzüne. Hiçbir ekoton sınırlandıramayacak beni. Müzmin bir acıyı yaratan hangi ırk, hangi kavim, hangi milletse; bir sürü şeklindeki ayak izlerini tüm göçebeliğiyle bana bulaştırırken; katı bir sevincin verdiği yumuşaklıkla, yeryüzünün çevresinde bıraktıkları ucubeliklerle yok oluyorlar yeryüzünden; konuşlanan şeyse izleri yalnızca. Gözden kaybolurken baş döndüren, ıraklaştıkça hazmedilmeyen ve mıknatısmışçasına çeken bir iz; hızla uzayan bambu kamışı gibi...
Söyle bana fırtına;
Senin tüm endamına karşılık, en yüksek inşalı şatonun yeniyetme prensinin tahta çıkışını kutlarken, elindeki kadehi gökyüzüne kaldırırken seninle arandaki mesafeyi? Toprak altına gömülen devekuşlarını bilemeyeceğin gibi, bunu da bilemezsin; ama görür devekuşları senin doymak bilmeyen şiddetini. Senin için mühim olan; ölen kanatlı hayvanların havada kalması. Yarasanın gece görüşüdür seni ilgilendiren. Taş tutan timsahın hazmedilmez ağırlığını, bir kirpinin durmadan atan kalbini bana ver ve göz akını farkedemeyen bukalemunlar gibi gelmiş olduğun yasak gezegenin kum esintilerini ve tüm trajedilerini ağaç üzerinde yağlı boya izlenimiyle oluşan devasa görüntüyü bırakırken derine, her gece derini değiştirme gücünü bulabiliyor musun? Yoksa sen de kan kusup, kızılcık şerbeti içtiğini sanan insanoğlu gibi, tüm ömrün aktifliğini, bir günün yorgunluğuyla her gece itinayla yeni bir yaratılış miti mi yaratıyorsun? Kasırgalaşan ve yerle bir eden sen; söyle hadi bana, hemen şimdi. İstersen hiç başlama ve sadece uzat dudaklarını, gem vuramadığım ordaki sıcak kanı içmek için can atıyorum, hem de şu an...
Tatlı uykumdan uyandıran fırtına;
Soğuk mermer üzerinden akan pınarlardan, kayaçları hareket ettirebilecek okyanus dalgaları yaratmayı düşlerken, tüm kibirliliğinle karşımda olduğun müddetçe yüzünün kırışıklıklarını görmeye devam edeceğim, parlak bir metalin eriyiğinin matı gibi. Kutsal yeminli, vaatkarca savaşa sürülen bir şövalyeye benzetiyorum seni. Tüm endamın şapkandaki tüye hapsolmuş, onu da korkutuyor ihtişamının büyüklüğü. Bir kentin yağmalayıcısına direnen savaşta insan öldüğünü umursamadan; ganimetlerince böbürlenen bir kafatasına, bencillik genine, sığ beyine sahip değilsin sen kahramanlık sınavı verirken. Bununla birlikte önünde saygıyla eğiliyorum. Ama eğer benim öyle bir gücüm olsaydı; insanlara, doğuştan gelen cesur savaşçı özelliği ya da kut inancı yerine; daha doğdukları anda genlerini değiştirme yetisi verirdim, kendime de. İlham denen şey bu, bu çağda dehalara nüfus etmedi. Doğanın ritmine ayak uydurmak yerine, doğanın güç göstergesi olarak sinirini gökyüzünden çıkaran; sığmak bilmeyen rüzgar... Bunu isterdim işte ben, uykumun en tatlı halinde dahi...
Olduğu yerde ürküten fırtına;
Bir resme saatlerce bakmam bu yüzdendir. Topuğun altındaki rahimde, toprak anadan peydahlanan çocuk çatal ayaklı, yılan kuyruklu. Öylece karşımda ve ben dalmışım. Karşılaştırmam gerekirse bunu ki sen göğe şahlanansın; güçlü ve adalelisin. Kas hacmin geniş; etlerin esnek, acıya dayanıklı. Avurtlarına kadar hissetmemişsin acıyı, kof. Çünkü sen bir bebeğin hayata adım attığı andaki ağıdını, ağlayışını duymamışsın. Senin umrunda değildir insanoğlu, edan sadece boşluğa, kendi halindedir yırtıcılığın. Bulutlar yükü boşaltır, sular kabarır ama dalgalar o bebeğin gözlerinde birikir, senin bataklığında değil! Engerek gibi bencilsin, onlar gövdelerinin üst kısmında geometrik bir melankoli saklar. İşte ben de bununla uyumluyum. Sen sessizlikte saklarken geceleri kendi halimde gel-git etkisi yaratıyorum. Ve sen buhranlaştığında o bebek kırlangıç balığı gibi sudan çıktığında bağırıyor, bazı bazı ağlıyor. Hayır, ben sana kin beslemiyorum. İyiliğin özdeksel görünüşüne mezar kazıyorum. Bana ilham veren de bu. Huş ormanlarında üreyen dağ ispinozu gibi yüksekte duran o böceği yiyerek, büyüyerek doğuyor o çocuk. O çocuk benim! Ve her kazdığım mezarın içine girip senin gölgenin altına sığınıyorum, diğer görüşmeye kadar ruhumu yeniliyorum...
Gökyüzünün hakimi fırtına;
Olabildiğince çekici, alabildiğince iticisin; ama seni böyle seviyorum; kendiliğince. Ne bir eksik, ne bir fazla. Tüm teslimiyetinle kanımda senin için yeteri kadar oksijen barındırıyorum. Sönmüş volkanik dağlara inat, ejderlerin ağzından püskürttüğü düşsel alevleri sana yönlendirirken alazlıyorum; canlı bilimini. Bir semender gibi. Geçmişsin karşıma yoruyorsun beni oysa. Yanan bir ormandaki yaşlı ağacın ölü tohumunu savururken keskin bir nöbettesin göklerde, benden uzakta. Piramitlerin gölgesinin en tepesinde, senin kuşbakışı izlenimin altında destansal hikayeler yazıyorum sana. Milyonlarca yıl öncesinde nesli tükenen hayvanlar gibi seninde iniltilerini kesmeye çalışan ve şekillendirip, arı kovanındaki yedigen ağ gibi, sekizinci köşegeni aramaya iten ve o güçle pazarlığa sokan ki tüm yoksunluğuyla karşında belirginleşen tüm sessizliği lanetlercesine yanıbaşımda bağırarak şiirler oku tüm akıbetinle. Tüm lirikliğinle süslerken, mizaçgirliğinle ölümü kafiyelendirerek sesini yükselt. Mutsuz şiirlere daha az ömür biçilecekse, sesinin derecelerinin en övülgen olanıyla çölde bir mabet yap. Manastıra kapanan prensese sone ve balatlar hazırlarken ritmik bir tını duyuralım ona. Suskunluğu; hatırlamanın manasına götüren araç gibi kullanmayı bırakalım. Ama şimdi bir anlaşma yapalım, şimdi susalım alçakgönüllülükle. Ne dersin, beraber yapalım bunu...

9 Nisan 2009 Perşembe

...

Kaldırımda uyuyan adamın yanına çömeldiğimde, kendinden dahi sıkılmış yüz ifadesini garipsemedim. Şarapların yetmediği bir yaz gecesinde, uydurma bir şiirle yürürken rastladım bu yabancıya. Girilmemesi farz olan sokaklarda, çiğnenen kurallar alıştırması yapıyorduk ikimizde. Yanına gömülünce görmüştüm kirli tırnaklarıyla kavradığı kafatasını. İki gözümü kırparken 'cenazeme kimse gelmeyecek' diye sayıklıyordu zavallı, ağzından tükürükleri çıkarken. Karşı kaldırımdan geçenler, bu adamın 'sakat doğan çocuklar öldürülsün' diye bağırdığından gülerek bahsederken birbirine hiç kuşkusuz sakat beyinlerin de türediğine tanık oldum. Utanç verici! Duyusal sezgilerim izin verdi, armağan gibi sunulup, farklı bir uygarlığa yönelen gözüpek karşıçıkışlarıma. Kendi gizilgüçlerini keşfetmek için üzere diğer yarısını arayan yarım bir dünyanın eşiğinde konuşuyorduk. Bir kere nefes alıyor ve bu nefesimiz süresince tutuluyordu soluğumuz. Durum buysa, hem yaşıyorduk hem de aldığımız nefesin değerini anlamak üzere ölüyorduk. Zaman, mekan, dil farklıydı, ne anlama geldiğini bilmediğimiz sayısız nesneler vardı içinde olduğumuz kafeste ya da be uyduruyordum tüm bunları; etrafımızda 'ağla' dediğinde ağlayabilen standart bebek yüzlü nesnelerden emin olarak.
'Ahbabım; gelecekle ilgili uçuk hikayeler anlatan bir anlatıcıydım. Günümüzün aceleci yaşamlarından uzaklaştırarak; sayısı her geçen gün artan çocuklara anlattığım hikayelerden biri gerçek oldu ve bebeğim sakat doğdu. Kendi ellerimle öldürdüm onu; geleceği anlatırken, başkasının geleceğini de yok ederek. Bir makine gibi başkaları tarafından el konulması düşüncesinin tekdüze korkusuna yenildim. Pişmanlıklarım yüzünden aklıma hiç masal gelmedi ve o günden beri korkar oldu çocuklar benden, bense geleceği göremeden korkar oldum ondan. Dilimi kesmek geliyor içimden hikayelerimin giriş kapısının eşiğindeç Tırnaklarımla inşa ettiğim fildişi kulemdei çamur tükrüğümle boğmak istiyorum kendimi, kendi ellerimle boğduğum çocuğum gibi' Acıdım ve omuzlarından tutarak, öznel sezgilerimin indirgenmesiyle, farklı bir uygarlık armağanını ayaklarım altına aldım.
Gece bitmrk üzereyken, sabaha yakın bir saatte dağılırken insanlar sokaktan evlerine, elimi omzundan çekerken buldum kendimi ve anladım bebek katili yaşıtım babayı. Daha iyi anladım, ararken diğer yarısını dünya ister canlı bağırsağı, ister misinayla bağlansın kendi kendine tecavüz ederek daha nice oltalara mahkum sakat yaşamlar doğuracaktı. Acımayı bırakıp, geçirdim içimden sabahı; 'Evet dostum, kimse gelmeyecek cenazene ve bugünden sonra ağlama taklidi yapabilen bebekler olmayacak mezarının yanıbaşında...'

2 Nisan 2009 Perşembe

...

Rüyalarımla geçici süreliğine uzlaşma halindeyim. Uyandığımda çok azdır hatırladıklarım. Nefes alıp vererek yarıştığım yaşamda, ölümden kazandığım her dakikayı değerlendirere ve de biçimlendirerek yeni bir akım başlatıyorum. Göreceli birşey. Sınırları aşıpi, kendimle paralel giden Pamaklarımın sayısının yetmeyeceği kadar on yılları alt üst ediyorum rüyalarımda Boş durmuyor bilincim. İnsanların hamurundaki cevherleri boyayınca, ustalaşıyor hafızam... Toplumsal sınıf ve yaşam farklılıkları ayırıyor yurttaşları. Topraklarının büyüklüğüyle göğsü kabaran soylu, toprağının boyutuyla karşılık bulan emekçi, parayı bulandan bu yana onun değeriyle hesap soran ticaretçi, ekip biçen zanaatçi, Tanrı'ya layık olmaya çalışan din görevlileri, sancakları talan eden piyade erleri, usulsuz kanun koyucular ve uygulayıcıları, oy hakkını parayla alıp rütbesine güvenen zenginler, körükleyici yükümlüler, zedeleyici hükümlüler... Yetmedi; farklı kıtalarda eşit haklar için uğraşan köleler, açlığın yarattığı karındaki boşluğun mırıltısını farklı bir din geliştirerek doyuranlar, yayılmacı politikaların niteliksiz bekçileri... Herkesin ve herşeyin bağrı soğuk; karanlıkta boşuna altın arayan madenci gibi...
İnsanlar gibi yüzyılları karıştırıyorum rüyamda. Tamamen! Bunu garipseyecek ne var? Aynı çark günümüzde de dönmüyor mu el altından? Hatırlamamak değildi ruyalarımı alt üst eden; insanoğlunun ve ona meydan okumaya kalkan yüzyılların, bütün değerlerin sentezini yapmaya çalışırken herşeyi yozlaştıran düzenlerin, nesnel düşüncelerin öznel düşmanlarının, toplumsal yaiam adı altında rollerini iyi oynayamayan adalet dağıtıcı kitlelerin doymak bilmeyen ejderhavari mideleriydi. Toprağını erdemle sulasaydı soylu, iliğine kadar emilmezdi bugünkü vatandaşlık hakları. Bilgi ekilip biçilseydi beyinlerin dar patikaları çoraklaştırmazdı bugünü. Ne genetik, ne kültürel, ne ekonomik, ne de kıtalararası farklılıklar... Çelimsiz beden, daha az duygunluk, doğrucul olmayan akıl önermeleri... Yüzyıl şereflendiriyor kendi tanıklarını doğaya uyumsuzca rüyalarımda. Sayısız uykularıman ustalıkla uyandığımda; bağrım soğuk. Karanlıkta boşuna erdemle yoğrulan altın arayan madenci gibi...

26 Mart 2009 Perşembe

...

Bundan böyle merhametsiz olma adına zebraların gövdesindeki izleri anımsatan gözyaşları dökmeme kararını verdiğimden beri, nasırlaşmış zihnime şefkat göstermek istemiyorum. Bugünden itibaren asaleten bırakıyorum aciz idrak anlayışımı. Çok değil; daha bu sabah şahit oldum bir annenin çocuğuna olan kötü, bir o kadar da ahenktan dualarına. Bisturiye yanıt vermeyen alagarson saçlarını arpa suyuyla yıkamış sanki, suni gözyaşlarının su geçirmeyen balçık toprağa akması gibi. Anaç haline gelmiş yavru dili ateşperest olmuş, ağzından püskürttüğü lavların balansını ayarlamaması, oğlunun alamünit saçlarının atlas çiçeği gibi olmasına neden oldu karşımda, dilinin akkor kesilmesi de cabası. Sustum ve dinledim kayıtsızca, dikenlerini bana batıran kirpi karşısında. Vukuata afallayan oğlanın aparey gövdesi tek parçaydı; bir kadranda can bulup terbiye edilen dev zaman gibi. Oysa o an o kadar çok isterdim ki amfibi olmasını. Annenin dili kuruduğunda (ki bu çok konuşmaktan); suda, oğlanın gözyaşları kuruduğunda; karada yaşayabiliyor olmasını; bata çıka hem de... Çift yaşayışlı düşünceler sardı başımın dört köşesini, barata varmışçesına. Küçükken beynini yararak vermeye çalıştıkları bilginin, büyüdüğünde diliyle yaralayarak vermeye zorladıkları tecrübenin boyunduruğunun alçaltıcı iksirini taşıyan anne, eti ağır ve yağlı bir balaban kuşuydu sanki, uzaklarda olduğu için bataklığı seven batakçıl bir canlı (bitki ya da hayvan, her ne ise) olmanın peşinden koşan oğlunun karşısında...

18 Mart 2009 Çarşamba

...

Karanlık sokağı sakinleştirdiğinde gece lambası, bitimsiz karaltıda uzaklaşmak istedim banliyöden. Arnavut kaldırımında dinginlenemeyen ayaklarım, birbirinin benzeşi olan bir çift gözle (güneş ışığını geöirmeyen abisimsi göz) ilerliyordu. Herşeyi görmek mümkün, alanileşse de. Ben de gördüm, üzerinde güneş batmayan ama ilk başta şafağı kana bulayan imparatorlukların ankilozlaşmasınıi deneme alanındaki açık şehirlerin ilhak edilişini, yasaların baştan savıcı evrelerinin işlemese de eklemleri daha mürekkebi kurumadan apokaliptikleşini... Hazırlayın afişleri, çok şey anlatır abanoz gibi büstleri. Akçıl bedenim alazlayabilirse eğer güneşi, birbiriyle başedebilirse bir türlü bağdaşamayan güneş ile kozlarını törpülemeyen ay; ehlileştirebileceğim iki kardeşin taht ya da varis uğruna cinayetlerini. Desteksiz! Tekrardan görüyorum antropoit yaratıkları. Bostan korkuluğuna yöneliyor gövdem. Hiçbir zihinsel etkinlik istemiyorum, doğru bir gezegende yaşadığıma emin olana inandırılana kadar. Morenlerden tutun bordürlere kadar sert olan ne varsa afallamayınca; aynı memeden doyurulan yumuşak midelerin çekişmelerine, kelime hazinem yetmiyor kızgınlığıma...

...

Aklımı kaybettiğimi sandım bir gece; başşüpheli olarak akıntıda sürüklenen gündelik bilgilerimini derimin altına gizlenmiş ikinci bir deriyi eşeleyerek, sebepleri sonuçlara ulaştırmaması olarak gördüm; ötesine gidemedim hiçbirşeyin. Yuvalarına çekilmeyi arzulayan gözlerim kaskatı kesilmişti ansızın; mumu söndiremedim ve aramanın cazibesine kapıldım usumu...
Sırtımı yaslayabileceğim esnek kavramlar; mercek altına alabileceğim bulgular yoktu elimde, sıfırla mı dost olmalıyım, sayıların karmaşık olanlarıyla mı? Geleceğin seyrine kapılırken geçmiş zamanlarda yandaşım olan önermeler miydi, yoksa sırdaşım olan değerler mi? Yerine koyduğum neydi mantıkla, kurduğum rasyonel köprüleri yok etmek isterken? Hayata mizahi yönler dayatma ve o pencereden bakma eğilimi miydi önem taşıyan, yoksa benim önem kazandırdığım mı? Aykırılıklar içindeki çelişkiler, öznel seçimlerimin tedavizi olmayan vakalarıydı bildiğim, üstelik özenli yapılmış. İradenin otoritesi gasp etmeye kalkarken duygularımın açmazlığını, kontrolsüz bir şüpheci savunur yararsızlığını. İşte o zaman koskoca teorik bir dünya görüşü çıkar karşıma; 'hiçbir şey yoktur' diye. Çınlar kulaklar doludizgin, bir o kadar da üretken mısralarda.
Vardır birşeyler belki boşlukta, boşluk insanların görüş açısında. Geri aldığımda zamanımı edilgen bir işaretin belirginleşmesini isterim onaramadığım düş kırıklıklarımda. Biliyorum zordur; 'yapamıyorum' ile 'yapmaya mecburum' arasındaki ilişki, bağdaştıramam bir türlü. 'Yapmak' başlı başına bir çelişkidir. Ama keyiflidir, biryerlerde bırakmadan çabalamak, ahlaki ilkelerin eleştirisi altında.
Hangi çukura girmeliyim ki, eylemlerimin etrafımı sardığ çembere mi yoksa rahim boşluğuna mı? Elinden şekeri kolayca elınan çocuklar biriktiriyorum kayıplarımda; kandırıyorumi kandırılıyorum.
Biriken düşüncelerim uğuldarken yorsa da arayışlarım; uyumalıyım. Tek soru soran, dalmama engel olan yanıbaşımdaki bitmek üzere olan mum olsun; ağzı sulanarak sönmeye direnip, beni karartan, sadece ama sadece dibini aydınlatabilen mum ışığı...

...

Kalemim yeni bir şarkı için ayinde, afili giysilerini giymiş alemim; bakir ve bakire. Üst kısmı kadın papazı, alt kısmıysa erkek papayı tasvir etmekte ve tahtakurdu kükremekte.
Deve üstünde yolculuk eden insandan, teknoloji patlaması arasında sıkışan; ama herkesin sahip olup da, çok azının farkına varabildiği mikrokozmosda bocalayan insan bireysel umutlarla donatırken kendi gezegenini, muhalif kurallar bütünü ele alır kendi gerçekliğini. Altyapısız korkularla beslenen bu baştançıkarıcı güç için çocuk yakmak ve kutsal kitaplarını yakmaktan daha doğaldır ve hatta daha bereketli. İnsan kanıyla doymayan bir temsilci daha statülüdür kozmik düzende. Ödülü olan bir virüsü, şifa adı altında, insan kanına enjekte ederken, bağışıklık kazanamayan nice koloniler gibi...
Kitapların, mekanların (kilise,sinagog, cami...) en kutsalına adanmış hizmetlerle birlikte; faydasından çok zararı olan, yüzeysel bir o kadar da meşru değer yargılarıyla, binlerce yıl öncesinden çekip gitmeliydi Tanrı. Ağaç ya da pınarın yakınlarına yapılan antik tapınaklarda tanrıyı cisimleştirmek yerine, o ağaç altında ya da pınarın yanında düşünmeliydi insan. Bilimle savaşmak yerine istavroz ters döndürülmeliydi, şekil aynı şekilken...
Firavunlar, ordusunu alıp dönmeli; kavimlerin inanç ve ibadetlerine tavır alan kılıçlar diş bilememeliydi. Gökyüzüne açılan eller, gökyüzündeki uğruna hayvanlara bıçak tuttuğunu unutmamalıydı. Günde defalarca eğilip, teslim olmayı yeğleyerek yatırımını yapan gövde, anlamını bilmediği dilindeki sözcüklerle manevi buyruklara boyun eğişini resmetmemeliydi. Günlerce aç bırakılan beden, sadece gün batımını doyurduğunu bilmeli; hamurun mayası tutmadan, şarabın sirkesi nahoş bırakılmalıydı; yol katetmeden aç bıraklımalıydı korkular...
Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya iade etmenin zamanı geldi; işte insanın mikrokozmosundaki akustik sesler...

...

Nereden gelirse insanın aklına hayatı bir cambaz ya da bir kukla olarak yaşamayı sürdürebilmenin çelişkisinin men edilemeyeceği. İpten ipe atlayan bir cambazın güçbela hareketleri; insanların elindeki ipte can bulan kuklayı güçlendiremez. O kuklanın görünmez ipleri başkalarının elinde demir kesilirse; işte o zaman sesi çatallaşır, gözlerine bıçak girer, kulakları dilenir işitilenleri; izinle alınan nefes de cabası. Bu kuklayı sirke de bıraksanız; Olympos'da tanrılarla sarhoş etmeye de kalksanız, işkence kampına atmaktan beter etmezsiniz. Doymayan insanoğluyuz biz. Bir kuklaya ırkını da yapıştırır; sonra da ırkçılık adı altında imha ederiz; nasıl olsa direnemez mahkum kuklamız, biz direnirken. Nefes izni biter ya da demir vicdanı yumuşayabilen soluk molası verdiğinde gaz odası yolunu gösteririz. Sonunda doğrudan doğruya ilerler bilim; yolu açılır istatistiğin. Yaklaşık sayılar, yüzdelik dilimler kalır kuklaların imha değerlendirilmesinden. İşte düşman politikası, işte vicdan politikası. Yüzyılın yüzleri kızartıcı ama iştahlarını açıcı en yeni kehanetleri... Boğazı temizlemenin, gözlerden bıçakları çıkarmanın, işitilenlerin akla uygun olması gerektiğinin zamanı gelmedi mi; özünde kukladan farksız olmayan cambaz; gösterinin sonunda alkışı alıp arkasını dönüp giderken...

...

Adım Maldoror... Yabanıl yaşamın yamacı, evcil dünyanın yokuşuyum. Başım göğe erene kadar yönlerimi kolaçan etmeden basamakları tırmanırım. Bölük pörçük etmekte üstüme yoktur. Başkalaşım geçirirken 'başka'laşırım. Çıkar gözetmeksizin insanları izlerim dürbünümle gökyüzünden. Çöl kuşlarını, donmuş adalara yönlendirmekse görevim. Bal kelebeği gibi kovanıma zarar verirken, baldıran zehirini aromatikleştiririm. Yokluğu içime çekerken; varlığın kokusuyla imtihana gireri, doğal bir eğilimmişçesine. Atalarımızı düşünmeden sözler üretirim uykusuzluğun gözlerime el koyduğu gecelerde. Gösterişi izole ettiğimden beri; göğün sehrine kapılmaksızın, kutsal kaseye el atmamış, çarmıha gerilmemiş, tüm lekelerinden sıyrılmış (doğum lekesi dahi nedir bilmeyen) kristal bir çocuk yaratırım; göz kapaklarımın ve kirpiklerimin eş zamanlı ritmine ayak uydurabilen...

12 Mart 2009 Perşembe

...

Şüphesiz diri diri yakmak isterdim gerçekleri. Kemiklerimdeki uyuşukluk; karşı koyabildiğinde ateşe işte o zaman böbürlenecek bilirkişi. Görmeyi hiç istemiyorum; yüzüm gövdeme ters; alışılagelmişin dışında. Kim derdi ki, boynumdan itibaren yedi başımın olduğunu; kim inanır ki mucizelere. Zaman ilerledikçe duyulmaz olundu mitler, efsaneler. Hayalgücü dehşet sınırını çizdiç Evrenin ateşten varolduğunu söyleyen, sudan varolduğunu söyleyeni duymadı ki, hiçbir ateş suya karşı koyamaz. Düşüncebiliminin canalıcı doğaçlaması. Düşünerek var olan ile var olanı düşünmek arasında fark yoktur; varlığını düşünene gönderme yapmaksızın yazıyorum, düşüncenin kalın halatları, elimdeki kalemken.
Deneysel bilimin yanıt bulamadığı gibi; yanıltıcıdır zaman kavramı; dönüp arkama bakmaya cesaret ettirmeyecek gibi olup, gözü dönen herbir dakika insanlara hakimiyetten başka birşey değildir. Gerçekten de meydana getirmeden düzene koyduğumuz, ama her daim usanmadan bizi düzene koymaya çalışan aldatmacanın ta kendisidir bu kavram. Peki kim meydan okuyabilir zamana; ömrünü hapishanede geçiren zavallı bir suçlunun (ki düşünce suçlusu da olabilir bu) tüm vaktini, idamına kadar durmadan yazıp; erotizme ve sadizme methiyeler düzmesiyle, yüzyıllar sonra dahi kitapları okunulup kendisi lanetlense de, yazdıklarıyla okurunu lanetleyecek olan kalemşör mü?
Yoksa tüm şehri sarsa da hastalık, doğal afetler daireye alsa da şehri, büyücülerin egemen olduğunu sandığı güçlerin esiri olan doğa kayıp gitse de kendinden kendiliğinden, ömrünün son gününü dualarla geçirip ya da anı yaşama korkusuyla her gününü yeniden doğduğuna inanarak geçiren, düpedüz insan olduğunu aklında değil de elinde tutan kurban mı? Kim daha çok amana hükmeder? Ben biliyorum bu sorunun cevabını. Hayatın ebediyen sürmesinden korkup (sözgelimi; korku herşeye egemen), böylelikle ölmekten de kaçan (sözgelimi; kaçış herşeye tutsak) çelişkili insandır zamana hükmeden. Hiçbir tasarıya gömülmeden, evreni donduran beyninde, vakti geldiğinde usulca göçüp, ebediliğe karşı koyan; tabiattan aciz değildir boyun eğmeden soluk alan. Uzlaşamasa da, yanılır, yanıltır, ama bu çarkta serüveniyle gayeleştirse de zamanı (birçokları gibi) kesinkes eylemleriyle (susmak gibi) hakim olur zamanın prensiplerine...

...

Geriye doğru gidiyor birşeyler karşımda, tasarıdan ibaret planlarımdan öte, kutsal bir bebek nasıl olsa günahkar bir ihtiyara dönüşeceğine göre, günah bataklığındaki koca ihtiyar; kutsallaştırabilirsem eğer, işte o zaman susacak gök, dindirecek fırtınaların azizliğini. Toprak üzerinde yaşayanların gözyaşlarını en yukarıdan sunmayacak böylelikle. Günahkar çıkacak topraktan ve gitgide günlerini azaltarak adım atacak hayata. İhtimallerin en iyimseriyle iki elinin parmaklarının yedi katı kadar geriye doğru yaşayacak önüne sunulanı; ta ki anne rahmine dönene kadar. Mutlu olacak yetmişinde neyse yedisinde öyle olmadığına. Hiç hayata hevesle bakan göz ile hayattan hevesini kesen göz aynı olabilir mi? Mukayese bile edilemez! Genel geçer kurallar dahilinde; bütün ölülerin derilerinin serüveni aynı olsa bile...
Zamanı unutmaya başladığım; yetişemediğimden dolayı saatleri saymaktan yorgun düştüğüm andan beri zihnimdeki düşüncelerin suyu berrak; temiz akmakta. Ama uslanmadan yine girerim; kirli toprağa da kirlenmiş rahme de. Yerin en altında ve kazı biliminin arşa çıktığı eylem sonucu uyumaktansa; gökyüzündeki bulutlarda uyumayı hayal ederek uykusuzluğu arzu ederim. Yok oluşumdan türeyen varoluş ilkemdir gözü açık uykularım.
Yosun tutsa da bazı fikirlerimi tereddütsüz arınırım sessizlikte; kapalı kapılar ardında. Oksijen savaşının bitmek tükenmek bilmeyen darbeleri son bulur böylelikle; yuttuğunda beni toprak altındaki yeryüzü...

...

Nasıl olursa olsun beden terbiyecisi ölümsüzlük için bebekler üretseydi, hiçbir şekilde sivrilen aşağılıklar, aykırı utançlar olmayacaktı. İnsan masum doğar, kötülük yaptığında dahi o gece masumca uykusuna dalar, algısına hitaben konuşmadan, son satırı dahi canhıraş bir şekildeyken. Peki ne olmalı insanı suça sürükleyen. Ya da doğruluktan sapmayan ya da doğruyu bulan kimse yok mudur tadımlık da olsa. Bir filozofun ödevi eğriyi doğrultmak değildir hiçbir zaman, onun gen yapısının farklılığı sürüklemiştir doğruyu bulmaya, aramaya itmeye. Yapana inanıp, yıkanı yalanlamayan herbir düşüne us; dizlerini çömerek bir ağaç kovuğuna gizlenseydi, iki ayak üzerinde yürümeye başlayan ilk insanın gördüğü ilk tepkiden bu yana hiçbir gelişme ayak izlerini bırakmazdı. Kendi özgür istencinin sonucu olmuştur; gövde gösterisinin sonucu değil. Psikoanaliz kayıtsız kaldığında bu ikna edici olmayan duruma, devreye giren adilane olmayan, bununla birlikte anakronik yasaları sindirmek sakinleştirici olmasa gerek. Kuğu ile martının ekmek kavgasında, gagasını açıp çırpınan martının; kur yapan kuğu karşısında hizaya gelmesi gibi. Hor görüyor böylece, daha şimdiden vazgeçtiğim vücut haklarım. Afallıyor böylece öngörülerim. Yapılacak çok şey var! Gözardı edilmeyince insan soyunun kökleri...

...

Var olmanın kanıtlanabilir mücadelesinde elimden geldiğince sağduyulu bir acelecilik baş gösteriyor. Gidiyorum; günah işaretlerinin yönüne; güzel şeylerde çirkin anlamlar bularak. Hiçbir yabani mücadele; kendine fazla yetmek ile kendine yetmemezliğin karşıtlığına kayıtsız kalamaz. Aynı şekilde hiçbir tıbbi gerekçe ifade edemeyebilir. Ahlaki önyargılardan tutun, , insancıl düşünce biçimleri amaçların önünde eğildiğinde, seçkin bir eleştiri yaptığımızda umudun yitirildiğini, bununla birlikte bir vatandaş, bir evlat, bir kardeş, bir dost, bir yabancı herşeyden önemlisi bir insan olmanın bedelinin; tehlikeli bir izlenimden ibaretliğini, yansıtılan şeyin bir çeşit zaman israfı, kimlik tüketimi olduğunu, tüm uğraşların gerksiz kayıplardan başka birşey olmadığını söyleyebilirim ses tonumun en karanlık çekişmesiyle; 'Kendini bil, ölçülü ol' diyerek kendi yüzyılının temsilcisi olan filozoflara inat. Kişisel gelişim durmalı o sırada, dünya kendini açıklamayıp çekip gittiğinde, Tanrı çıkagelip ki susup öylece izlediğinde.
Kendine özgü tehlikeli bir alışveriş zamanı! Milyarlarca insanı susturabilirsem, hayvanların daha doğrusu soluk harcayan canlıların sessizliğini sağlayabilirsem (bu epey güç), bitkilerin doğaya olan ihtiyacını yok edebilirsem, nehirleri denizlere akıtmazsam, oksijeni zehirletebilirsem işte o zaman körelmiş organlarımı onarmak için tüm çabayı göstereceğim. 'Hayat bu kadar, hepsi bu kadar' dediğimde varoluşumun bireysel mücadelesini, usumun zorunlu savunuşunu kanıtlayabileceğim...

...

İniş çıkışlarımın hesabını yapacağım, herşeyin varlığı ve hiç birşeyin yokluğunun adil olmayan tarafıyla yetinebileceğim an bu an! Gelgelelim akmaya nazır kanı durdurmak için damarlarımda ciğerlerime doluşan havayla anlaşmazlıklarımı bitirince evet işte o an kamaşacak gözlerim; k,m demiş gözlerime indirdiğim ıslak tabakadan dolayı bulanık gördüğümü. İşe yarar organlarım elbet; soğuk lahit mermere dayalı sıcak etim, insan kemiğinden yapılan müzik aleti gibi dayanıklıdır darbelere karşı. Tereddütsüz! Develerin karnından çıkarılıp, binbir çeşit hastalığa karşı kullanılan değerli taş gibi anlamı olmayan korkunç şey! Heyhat, uçsuz bucaksız. Dağ mezarlığının kenarında gezinen köpek buz kesilmiş, kuyruğuna basılan benken; gözkapaklarımın zahmetli işleyişinin ağız çizgisiyle özensiz anlaşmasının kanıtıdır sadakatin en yüksek mertebesi. Ahlaki hiçbir öncül bu harikamsı boyun büküşüne alıkoymadan değer yargısı biçer her bir duruşa. İki el ve ayak çok şey anlatırken üçünü ve dördüncüsü ayırt edici olur; her duygusuna şekil vermeye çabalarken; ruhlarının açlığına maruz kalıp büzüşüp şekilsizleştiğinde aklı başına gelseydi insanın günahlarını başkalarına değil beynine, vücudunun en kutsal yerine mal ederdi.
Daha az hissedebilsin diye acıyı, dünyaya kürkünü giydirip, erdemle kırbaçladığımı görüyorum düşlerimde; uçarı sevinçlerimin liderliğinin dışlanmış savaşıdır bu. Şamdanlar yanıyor ve tuvalde görüyorum dünyayı; kafatası parçalanmış biçimde, görüyorum dünyayı ; sarkan organlarının dışlanmış haliyle, görüyorum dünyayı; kanayan gözlerindeki cenneti ve cehennemiyle. Görüyorum portrelerde peygamberlerin sahtesini, kutsal kitapların değiştirilmiş metinlerini, hüner sayılan ibadetin katıksız sahtekar ikinci yüzünü... Bembeyaz kesiliyorum aniden. Ressamın kutsal elleri şahit olmuşsa bu düzene; karşı konulmamıştır yüzyıllar boyu kısır düşünceye. Sanat sözünü söyleyip çekip gittiğinde; kılı kıpırdamamıştır endişe ve korku yanaşınca insan tepesine...