30 Eylül 2008 Salı

...


Yağmuru alacağımı düşünüyorum sizden; dudaklarımdaki arı sızıntının suyla karıştığı anı gördüğümde şahit olabileceğim "hayat işte" kabullenmelerine. İç çektiğimde gökyüzüne; insanoğlunun kabullenmeler karşısındaki o zor dayanışı, itiraz ve itiraflarına rağmen haykıracağım kimliğimi; "ben böyleyim" diye her nefesimde. Oysa her soluğumda hareket ettirmek isterdim bulutları ama bu imkansız! Çağın insanı hurafelere inanmayıp dünyanın belli bir yörüngede milyarlarca yıldır döndüğünü öğrenmekten ziyade bunu anladığından beri; imkansızın olmadığını böbürlene böbürlene anlattığında; ben şimdi söyleyebilirim imkansızı; dost vardır aslında, imkansız değildir dostluk. Hayvanların içgüdülerinin varlığına inanırlar, oysa kabullenir hayvanların konuşmasının imkansızlığını. Sözüm ona ey zavallı ben becerebiliyorum bu güç olmayan şeyi. Elime geçirdiğim kağıt ve kalemle çiziyorum bir karınca; kırmızı, yeşil, mavi ne fark eder, karınca yine karıncadır ve konuşmaya başlıyorum onunla ama önce dost olmaya. Yuvası toprağın altında olduğundan uzak düşüyoruz dostumla birbirimize. Hayır acı verici olan bu değil, olmaması gerek. Toprak altında yaşıyan bir karınca ile, ellerimle çizip dost olduğum karıncanın hiç bir farkı yok. Canım sıkıldığında (bir dostla canın sıkıldığında konuşmak iyi bir şey olmasa da) karşıma alıyorum dostumu. Evet; hayvanlar konuşur, resimler susmaz! Zavallı olan benim ki ağzını çizmeyi unutmuşum. Ağırlığının onlarca katını yük etmiş dostumun susmasını istemem şimdilik, hayat kaslarını gevşetmiş olan bana karşın. Kim bilir, yazının başında da dediğim gibi dudağımdaki sızıntıyı ona bulaştırmak istememişimdir. Ama bu dakikadan itibaren dostumla bir anlaşma yapacağım ve ona bir ağız çizmeyeceğim; sus dostum, dön yuvana ve çıkma oradan, güvenilir yer orası. İmkansız vardır ve yağmuru alamazsam ben korkarım yağmurun dokunaklı mırıltısı beni sararken seni korkutmasından...