28 Aralık 2009 Pazartesi

...

Hoşgeldin dünyama diri fırtına;
Çırılçıplak ruhum; bedenimden uzaklara, çok uzaklara erişebilmeye yeltenirken; dağları, yolları tüm ücralığıyla geçip ve gelip yanına uyumak isterken yanı başımda, senin yetkin ve esrarlı ruhunu enseme alıyorum ve acıya duyarlı ama en hassas bölgenle birlikte topuklarımdan bırakırken ışığı; Tanrı'nın olduğu kata çıkarken her merdivende bırakıyorum ruhumu; zedelenmeye hazır tüm tinselliğin; gece gibi sıcacık ve ham. Gökyüzü tanrısı Zeus'un homurtularını sunarken ki alkış çınlamalarım yarışırken çiğniyorum seni tek hamlede ve yayıyorsun damarlarıma zehirli sarmaşıklarını. Ağaç sansarı kesilen gövdem. Bir şölenmişçesine mutlu böylelikle. Sanma ki sana yenileceğim; bir kerkenezmişçesine yalpalasada rüzgar sinsice gövdemi; ben hep aynı doğrultuda bırakacağım kendimi gökyüzüne. Hiçbir ekoton sınırlandıramayacak beni. Müzmin bir acıyı yaratan hangi ırk, hangi kavim, hangi milletse; bir sürü şeklindeki ayak izlerini tüm göçebeliğiyle bana bulaştırırken; katı bir sevincin verdiği yumuşaklıkla, yeryüzünün çevresinde bıraktıkları ucubeliklerle yok oluyorlar yeryüzünden; konuşlanan şeyse izleri yalnızca. Gözden kaybolurken baş döndüren, ıraklaştıkça hazmedilmeyen ve mıknatısmışçasına çeken bir iz; hızla uzayan bambu kamışı gibi...
Söyle bana fırtına;
Senin tüm endamına karşılık, en yüksek inşalı şatonun yeniyetme prensinin tahta çıkışını kutlarken, elindeki kadehi gökyüzüne kaldırırken seninle arandaki mesafeyi? Toprak altına gömülen devekuşlarını bilemeyeceğin gibi, bunu da bilemezsin; ama görür devekuşları senin doymak bilmeyen şiddetini. Senin için mühim olan; ölen kanatlı hayvanların havada kalması. Yarasanın gece görüşüdür seni ilgilendiren. Taş tutan timsahın hazmedilmez ağırlığını, bir kirpinin durmadan atan kalbini bana ver ve göz akını farkedemeyen bukalemunlar gibi gelmiş olduğun yasak gezegenin kum esintilerini ve tüm trajedilerini ağaç üzerinde yağlı boya izlenimiyle oluşan devasa görüntüyü bırakırken derine, her gece derini değiştirme gücünü bulabiliyor musun? Yoksa sen de kan kusup, kızılcık şerbeti içtiğini sanan insanoğlu gibi, tüm ömrün aktifliğini, bir günün yorgunluğuyla her gece itinayla yeni bir yaratılış miti mi yaratıyorsun? Kasırgalaşan ve yerle bir eden sen; söyle hadi bana, hemen şimdi. İstersen hiç başlama ve sadece uzat dudaklarını, gem vuramadığım ordaki sıcak kanı içmek için can atıyorum, hem de şu an...
Tatlı uykumdan uyandıran fırtına;
Soğuk mermer üzerinden akan pınarlardan, kayaçları hareket ettirebilecek okyanus dalgaları yaratmayı düşlerken, tüm kibirliliğinle karşımda olduğun müddetçe yüzünün kırışıklıklarını görmeye devam edeceğim, parlak bir metalin eriyiğinin matı gibi. Kutsal yeminli, vaatkarca savaşa sürülen bir şövalyeye benzetiyorum seni. Tüm endamın şapkandaki tüye hapsolmuş, onu da korkutuyor ihtişamının büyüklüğü. Bir kentin yağmalayıcısına direnen savaşta insan öldüğünü umursamadan; ganimetlerince böbürlenen bir kafatasına, bencillik genine, sığ beyine sahip değilsin sen kahramanlık sınavı verirken. Bununla birlikte önünde saygıyla eğiliyorum. Ama eğer benim öyle bir gücüm olsaydı; insanlara, doğuştan gelen cesur savaşçı özelliği ya da kut inancı yerine; daha doğdukları anda genlerini değiştirme yetisi verirdim, kendime de. İlham denen şey bu, bu çağda dehalara nüfus etmedi. Doğanın ritmine ayak uydurmak yerine, doğanın güç göstergesi olarak sinirini gökyüzünden çıkaran; sığmak bilmeyen rüzgar... Bunu isterdim işte ben, uykumun en tatlı halinde dahi...
Olduğu yerde ürküten fırtına;
Bir resme saatlerce bakmam bu yüzdendir. Topuğun altındaki rahimde, toprak anadan peydahlanan çocuk çatal ayaklı, yılan kuyruklu. Öylece karşımda ve ben dalmışım. Karşılaştırmam gerekirse bunu ki sen göğe şahlanansın; güçlü ve adalelisin. Kas hacmin geniş; etlerin esnek, acıya dayanıklı. Avurtlarına kadar hissetmemişsin acıyı, kof. Çünkü sen bir bebeğin hayata adım attığı andaki ağıdını, ağlayışını duymamışsın. Senin umrunda değildir insanoğlu, edan sadece boşluğa, kendi halindedir yırtıcılığın. Bulutlar yükü boşaltır, sular kabarır ama dalgalar o bebeğin gözlerinde birikir, senin bataklığında değil! Engerek gibi bencilsin, onlar gövdelerinin üst kısmında geometrik bir melankoli saklar. İşte ben de bununla uyumluyum. Sen sessizlikte saklarken geceleri kendi halimde gel-git etkisi yaratıyorum. Ve sen buhranlaştığında o bebek kırlangıç balığı gibi sudan çıktığında bağırıyor, bazı bazı ağlıyor. Hayır, ben sana kin beslemiyorum. İyiliğin özdeksel görünüşüne mezar kazıyorum. Bana ilham veren de bu. Huş ormanlarında üreyen dağ ispinozu gibi yüksekte duran o böceği yiyerek, büyüyerek doğuyor o çocuk. O çocuk benim! Ve her kazdığım mezarın içine girip senin gölgenin altına sığınıyorum, diğer görüşmeye kadar ruhumu yeniliyorum...
Gökyüzünün hakimi fırtına;
Olabildiğince çekici, alabildiğince iticisin; ama seni böyle seviyorum; kendiliğince. Ne bir eksik, ne bir fazla. Tüm teslimiyetinle kanımda senin için yeteri kadar oksijen barındırıyorum. Sönmüş volkanik dağlara inat, ejderlerin ağzından püskürttüğü düşsel alevleri sana yönlendirirken alazlıyorum; canlı bilimini. Bir semender gibi. Geçmişsin karşıma yoruyorsun beni oysa. Yanan bir ormandaki yaşlı ağacın ölü tohumunu savururken keskin bir nöbettesin göklerde, benden uzakta. Piramitlerin gölgesinin en tepesinde, senin kuşbakışı izlenimin altında destansal hikayeler yazıyorum sana. Milyonlarca yıl öncesinde nesli tükenen hayvanlar gibi seninde iniltilerini kesmeye çalışan ve şekillendirip, arı kovanındaki yedigen ağ gibi, sekizinci köşegeni aramaya iten ve o güçle pazarlığa sokan ki tüm yoksunluğuyla karşında belirginleşen tüm sessizliği lanetlercesine yanıbaşımda bağırarak şiirler oku tüm akıbetinle. Tüm lirikliğinle süslerken, mizaçgirliğinle ölümü kafiyelendirerek sesini yükselt. Mutsuz şiirlere daha az ömür biçilecekse, sesinin derecelerinin en övülgen olanıyla çölde bir mabet yap. Manastıra kapanan prensese sone ve balatlar hazırlarken ritmik bir tını duyuralım ona. Suskunluğu; hatırlamanın manasına götüren araç gibi kullanmayı bırakalım. Ama şimdi bir anlaşma yapalım, şimdi susalım alçakgönüllülükle. Ne dersin, beraber yapalım bunu...