3 Ocak 2010 Pazar

...

Baldırlarına kadar çamura bulanmış gri balıkçıl gibi duran insanoğlu! Sığıntılığı ortadan kaldırmadan geçmiş karşıma doğayı yok etmek için veriyorsun mücadeleni. Ağaçları diş diş bilemeden, eline geçirdiğin baltayı boğazına yapıştırmanın zaman ayarını yapmadan ne söylemeye çalışıyorsun durmaksızın. Acımasız olan senin dilinle benim keskin beynim değil. Mağdur utanç okyanuslara gömülmez hiçbir zaman; dalgaların sesidir; açıksözlülüğü suyun günahının. Okyanusların yuttuğunu, dünya üzerine kusarak sunuyor ikramını. Bu karşılığın karşısında iki çift sözünü dinliyorum. Şimdiyse susuyorsun. Yeraltına giderken, sorgulanacaksın Hades'te; konuşma kılavuzun ben olmayacağım, seni be zincire vurmayacağım, seni ben çivilemeyeceğim. Kızarmış yüzünün nedenini söyle bana; boynunu iki zıt yöne çevirirken. Öyleyse şimdi sıra bende; kahkahayla gülüyorum sana. Dudağımın ve dişlerimin hareketi ellerimlebir olmayacak, yokluğa giden bir kıpırdayış olduğu müddetçe tutmayacağım elinden hiçbir zaman. Uzayın salt bir biçimden ibaret olduğunu sezdiğim andan beri dışsal bir belirlenimde gözyuvarlarının içindeki tuzlu suyu, okyanusun tadına bakmış gibi tadacam. Keyfiyet burda gizli. Gördüm ki, göğsüne doğru kenetlenmiş hilal kolların. Aşıntıya uğramış öfken. Arkanı dön ve git; vicdan nöbetçisi değilken düşüncelerim...

Hiç yorum yok: