31 Ocak 2010 Pazar

...

Önümdeki iki yolun beni nereye sürükleyeceğini bilmeden başladım yürümeye. Değeri zaman içinde değişen para gibi, bu değerin üzerine eklenen güvenin biçilmez kaptanıydı bu yol. Kimi zaman okaliptüs ağacının keskin kokusu gibi geldi kokusu; nefes alıyordu burnumun içimdeki kıvrımlar. Oysa kimi zaman da gözlerimi bozmaya başladı ki beni, saklanmayı iyi becerebilen dişi okapiydim o lanetli şayin karşısında. Bedelini de ağır ödedim parapsikolojinin ad vermediği hastalıklarla. Mide bulandıracak kadar gerçekçi oldu çoğu zaman karşımda, arkamdaysa sırtımdan çıkarmaya çalıştığım hançerimdi. Üstündeki resimleri karalamaya başlamışken, etekleri kıyıya inebilen dağ oluverdi, tutunamadım... Beyinleri sürekli meşgul eden iktidar mücadelesinin kalburüstü, üstüne üstlük midesi bir türlü doymayan, karşısındakinin gözünü doyurmayan tedirginliğiydi. İki gündüz arası uyuyamadığım çok oldu onun biyokütlesini hesaplayamamaktan. Bana eşlik etmesini istemedim hiç bir an. Alnımdaki ter damlacıklarının gönüllü karşılığı olmak isteseydi eğer; karşıma çıkan her bozgunda dilimi ısırttırmaz, kulaklarımı çekmezdi. İndirmek isterdim önünde tüm rütbeleri, saygınlığı... Önümdeki seçtiğim yolu (ki kendi karabataklığım) uyuşturabilecekse toprak, doyurabileceğim can pahasına da olsa gözü dönmüş ve haddini aşan mezar kaçkını paranın gövde gösterisini.

Hiç yorum yok: